Son on yılın en büyük yalanlarından biri  Kemalist Cumhuriyet’in zalim laik uygulamalarıyla bastırdığı Türkiye halklarının dindarlığının AKP sayesinde yeniden güç kazandığı iddiası.

Şöyle inşa ediliyor bu yalan. Güya Türkiye’de yaşayan halklar dinine son derece bağlıydılar ve dinin ilke ve kurallarıyla yaşıyorlardı. Kemalistler, cumhuriyeti kurduktan sonra halkın dinini yaşamasına engel oldular ve katı, zalim ve tepeden inme bir laik hayat tarzını halka dayattılar. Ama halk içten içe dindar hayat tarzını yaşamaya dair derin özleminden hiç vazgeçmedi ve sonunda bu özlemini gerçekleştirme vaadini sunan AKP’yi iktidara taşıdı!

Bu yalanı AKP’nin kullanmasında bir tuhaflık yok ama yalanı inşa edenlerin iki önemli hakikati es geçmeleri entelektüel pespayeliklerini ortaya çıkarıyor. İlkin 1920’li yılların Türkiye’sinde yaşayan halkların dinle ilişkilerinin sadece Sünni Müslümanlıktan ibaret olduğunu kabul ediyorlar. İkincileyin aynı dönem nüfusun %90’ından fazlasının kırsal hayat koşullarında olduğunu görmezden geliyorlar. Sonra günümüzde dayatılan ve yine tek biçimmiş gibi sayılan güncel Sünni Müslümanlığın o dönemden bu güne değişmeden geldiği iddiasındalar.

Oysa artık nüfusunun %70’inden fazlası öyle ya da böyle sanayileşmiş kent koşullarında yaşayan ve ortak paydası Sünni Müslümanlık olmayan, Kürtler sayesinde etnik ve dinsel farklılıklarını kimliğinin başat ayırtedicisi olarak kabul eden bir halk var.

Demem o ki, Sünni Müslümanlık belki iktidarın dini olabilir ama tebanın tek dini olduğunu gösteren bir kanıt yok aslında.

Peki neden din ve dindarlık bu denli revaçta ve herkesin ağzında sakıza dönmüş durumda?

Küresel neoliberalizmin dünyaya dayattığı ‘dindar demokrasi’ zorlamasının da etkisiyle ama bu etkiden öte bir tampon kimlik olarak öne çıkıyor dindarlık günümüzde. Neye tampon oluyor? Pazar ekonomisinin vahşi koşullarına dayanma gücü veriyor din. Çözülen geleneğin ve değişen iş ve hayat koşullarının un ufak etmeye başladığı insanların hem yeni hayata geçişlerine hem de geçemeyenlerin karşı karşıya kaldığı yok olup gitme tehdidine tampon oluyor.

Bu haliyle hem kazananların kazanma süreçlerindeki ahlaksızlıklarına bir kılıf hem de kaybedenlerin yenilgiden kendilerini sorumlu tutmaktan sıyrılmalarını sağlayan bir destek.

1980’lerden bu yana Türkiye bitmek bilmeyen başarı, sınıf atlama, yırtma hikayeleriyle dolup taşmış durumda. Bu hikayeler gerçekte çok çok az sayıdaki insana tekabül ederken sanki toplumun tümüne bu fırsat sunulmuş gibi görünüyor.

Yırtan azınlık yeni hayat koşullarının ahlakını din üzerinden maskelerken kaybedenler bir açmazla karşı karşıya kalıyorlar. ‘Herkes’ başarırken kendisinin kaybetmesine bir gerekçe bulmak zorunda kalan kişi aslında çoğunluk kendisiyle aynı durumda olmasına karşın kendisini azınlık gibi hissediyor. Bu azınlık olma hissiyle bir de başarısızlığının kendisinden kaynaklandığı ihtimaliyle karşı karşıya kaldığında, kendisi yüzünden değil de ‘bir başkası’, ‘bir düşman’ tarafından engellendiği için kazanamadığı akıl yürütmesine sığınıyor.

Biteviye başarı öykülerinin, fırsatlarının pompalandığı bir hayatta kendisini başarısız bulanın başarısızlığından kendisinin sorumlu olduğu fikrinden sıyrılmasının yolu başarısının engellenmiş olduğunu düşünmesiyle mümkün oluyor.

Yeni hayat koşullarının soğuk, uzak ve yabancılaşmış dünyasına intibak edebilmek ancak ‘düşman’ üretmekten geçiyor. Bu düşmanlık nefret düzeyinde yaşantılanıyor ve düşmana uygulanacak şiddet meşrulaşıyor.

Böylece ne kadar şükrederse o denli de nefret eden bir zihniyet yaygınlaşıyor.

Bir yandan haline şükreden ama kazanmışsa kazancını korumak, kaybetmişse kaybından sorumlu tutmak için ‘düşmana’ şiddeti meşru gören bir anlayış iktidarca da biteviye destekleniyor.

Yeni düzenin ‘olağan düşmanları’ cinsiyet düzeyinde kadın ve eşcinsel, etnik olarak Kürt, ideolojik olarak laik, Kemalist, din düzeyinde Alevi olarak inşa ediliyor.

Sosyalistler, devrimciler bu bahiste özel bir yer işgal etmiyor. Onlar zaten her devrin, dönemin düşmanı.