Diyarbakır(lı) surlarıyla gurur duyar; “Çin Seddi’nden sonra dünyadaki en uzun surlar Diyarbakır’a aittir”. Şayet Dağkapı tarafından girerseniz Suriçi bölgesine, bir başka heyecanlı anlatım, surlarda açılan gediğin hikayesi sizi bulur; Cumhuriyet’in erken yıllarında devletin valisi “Suriçi hava alsın” gerekçesiyle surların bu bölümünü yıktırmıştır. Bu hikaye bir yandan devlet erkanının “aptallığına” vurgu yapıyor görünürken, bir yandan da bu iş bilmezliğin gerisinde bir başka gündemin bulunduğunu, bir alt metin olarak işler.

Güncel hikâyesi ne olursa olsun, tarihsel olarak surların savaşlarla, sur içlerinin güvenlik arayışıyla özdeşleştiğini biliriz. O yüzden bu tür dönemlerde sur içleri siyasal ve ekonomik iktidarın, muktedirlerin mekanıdır. Diyarbakır kentinin tarihi kültürel mirası, kamusal olduğu kadar, sivil mimarisinin önemli örneklerinin hemen hepsi o yüzden Suriçi bölgesindedir. Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı gibi önemli isimlerin yaşadığı evler bugün müze olarak korunmaktadır.

Bu değerli birikimin mekanı Suriçi, Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında tutarlı biçimde ikincilleşme ve bugüne kadar süren bir gerileme içine girer. Gerek devlet, gerekse kentin tüccar sınıfı ve seçkinleri, Vali’nin açtığı hava koridorunu yeterli bulmamış olmalı ki, birbiri ardına Surların dışına taşmaya, bugün valiliğin olduğu bölge ile Ofis bölgesi arasına yerleşmeye başlarlar.

Varsılların terk ettiği Suriçi artık yoksulların mekanıdır. Bu özelliği 1990’lı yıllarda, zorunlu göç mağdurlarının gelişiyle daha da açık hale gelir. Suriçi, bir kez daha saldırıya uğrayanın sığındığı adres olmuştur. Dağkapı Meydanı’ndan başlayıp, Suriçi’ni baştan sona yaran Gazi Caddesi hala ticari merkezler olarak önemini korusa da, bu caddeden gerilere doğru gittikçe, karşınıza ölçüsüz bir yoksulluk ve o yoksullukla kavrulan insanlar çıkar.
Bu kesimlerle önce “Köye Dönüş Projesi” vesilesiyle, GAP İdaresi o projeyi rafa koyduktan sonra da, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü Nazım Plan çalışmasının koordinatörü olarak 2000’li yılların ilk yarısında sıkça bir araya gelme fırsatım oldu.

Bu süreçte, Suriçi’nde yaşayanlar yanında esnafla da bir araya geliyor, bir yandan bilgi veriyor, bir yandan da düşüncelerini almaya çalışıyorduk. Şimdi ismini hatırlayamasam da (Necmettin diyelim), benim belediyede çalıştığımı öğrendiğinde söylediklerini hiç bir zaman unutamadığım bir ayakkabı boyacısından söz etmeliyim; “Bak” demişti, karşıdaki mağazaları, dükkanları göstererek, “onların hemen hepsi AKP’ye oy verirler. Biz, ne zaman “gösteri yapılacak, sokağa çıkılacak” dense, hiç sorgulamadan hazırızdır; sonunda gözaltına biz alınırız, dayağı biz yeriz. Ama şu karşıdakiler var ya, onlar gitsinler Belediye’ye on dakika içinde Başkanla görüşürler, ben gideyim, güvenliğin oradan geçemem.”

Bu sabah radyodan Suriçi esnafını temsil ettiği söylenen şahsın “olaylara hendekler sebep oldu” yönündeki beyanını dinlerken, gözümün önüne ayakkabı boyacısı Necmettin’in işaret ettiği mağaza ve dükkanların sahipleri geldi. Ardından haber sitelerinde KCK’nın “direnin, bulunduğunuz yerleri terk etmeyin” çağrısını görünce, muhatabın ayakkabı boyacısı, Necmettin olduğunu düşündüm.

Suriçi yüzlerce, binlerce Necmettin’in mekanı ve Necmettinler’in büyük bölümü 1990’lı yılların zorunlu göç mağduru. Şimdi etraflarına kazılan hendeklerin gerekçe oluşturduğu bir sıcak savaşın tam ortasında kaldılar; tıpkı 1990’lı yıllarda köylerinde başlarına geldiği gibi. Savaşa ara verilip, sokağa çıkma yasağı bir süre kaldırıldığında, tıpkı 1990’larda olduğu gibi aslında güvenlik güçleri “çek git diyor” onlara. Diğer tarafta KCK, “sakın ha” mesajları gönderiyor.

Bu durum birçok açıdan tartışılabilir; kentin orta sınıfının anlık tepkilerin ötesinde ne yapacağını, önümüzdeki dönemin asıl göçmenlerinin bu kesimden çıkıp çıkmayacağını, daha önce HDP’ye verdikleri desteği sürdürüp sürdürmeyeceklerini sorabiliriz. Daha ileri gidip, ülkenin batısındaki stratejik sessizliği de sorgulayabiliriz. Bunların hepsini yapabiliriz de; ben yukarıda anlattığım hikayenin önüme koyduğu soruyu sormak istiyorum;
Necmettinler’e ayıp olmuyor mu? Bir insan kaç defa “göçer”?