Çocukluğumun eski zaman muharrirleri, arada bir birbirine çok benzeyen yazılar döşenirlerdi…

Çocukluğumun eski zaman muharrirleri, arada bir birbirine çok benzeyen yazılar döşenirlerdi…

“Öyle bir nesil geliyor ki, tutmayın gitsin! Yaratıcılıkta muhteşem, zekâda parlak, gözleri açık ve yuvarlak… Önümüzdeki elli yılı bu gençler kurtaracak… Yeni bir çağ başlayacak…”

Bu yeniçağlar bitmezdi… Her devrin bir yeniçağ yalanı vardı…

Okurduk.

Umutlanırdık.

Yeni bir çağ başlıyor…

Bireyin yaşamındaki devlet müdahalesi azalıyor…

Cümbür cemaat özgürleşiyoruz.

Devletler ekonomik alandan çekiliyor, şirketler halka açılıyor, zenginliklerden hepimiz nasipleniyoruz maşallah…

Tarih bitiyor, sınıf çatışması bitiyor, sömürü bitiyor, savaşlar bitiyor…

Neoliberalizmin müjdecileri seksenli yıllarda böyle konuşuyorlardı…

Ahali de seviniyordu…

Dünle yarın arasında sıkışmış, bugünden başka şey görmeyen toplumsal körlük, gözünü kamaştıran iyimserliğin cazibesine kapılmıştı…

Yeni zamanların âdil efendileri dertlerimizi bitirecek çareleri arayıp bulmuşlardı…

Ekmeği bölüşecektik… Bilişim teknolojileri bireyleri, halkları birbirine yakınlaştıracaktı… Yoksul halklar, baskı altındaki halklar göç etmek zorunda kalmayacaklardı… Filistinliler kurtulacaktı, Kürt köylülerine bok yedirmeyecektik, silah üretimi azalacaktı…

Biz beberuhiler…

Bütün bu vaatleri unuttuk…

Zamanın ruhuna kandık…

Zamanın ruhu diye bir şey var mı?

Var tabii…

Nane ruhu gibi… Şişenin kapağını açtın mı uçuyor…

Geçen yüzyılın başındaki otomobil sevdası o zamanların ruhuydu…

Buhar çağının kostak gemileri o zamanların ruhuydu…

Bilişim de postmodern çağın ruhu…

Fakat asıl ruh daha derin ve sürekliliği olan bir şey…

Kapitalizmin ruhu…

İşte bu değişmez…

Avrupalı öncü girişimcilerin büyük denizlere açıldığı çağ, aynı zamanda köleliğin altın çağıydı…

Yirminci yüzyılın gelişme ve ilerleme mitosuna, sermayenin gençlik vahşeti, iki büyük savaş ve on milyonların ölümü eşlik etmişti…

Kapitalist zamanların asıl ruhu budur.

Savaş ve barbarlık çağlarının; bildiğimiz, alıştığımız ve içinde çok acı çektiğimiz tarihin hâlâ sona ermediğine tanıklık ediyor olmamız, bana hep postmodern feylesofların kapitalizme fazlasıyla düşkün, hastalıklı aşklarını hatırlatacak…

Devletlerin egemenlik alanları küçülüyor…

Nah küçülüyor…

Devlet bireyin hanesine giriyor, içine giriyor, gözüne giriyor.

Bir Arap tekerlemesindeki gibi…

“Wainek?”

“Kıdem ainek…”

“Memeşufne…”

“Eri bi ainek…”

Yeniçağdan haberler var…

Otuz yılda iki büyük savaş, milyonlarca ölü…

Bu iki büyük savaştan sonra yüzlerce yeni savaş…

Milyonlarca ölü…

Zenginliğin paylaşımında derin uçurumlar…

Göç eğilimi, ekmek ihtiyacı, bölgesel hastalıklar…

Her şeyi ölüme çeviren bir sistem…

El attığı her işte başarısız olmuş, ama hep başarılı ilan edilmiş bir sistem…

İnsanın doğasını kötülükle tanımlayan, değişmeyeceğini var sayan şeytani bir sistem…

Bu sistemin geleceğinden umutlu olmak ahmaklık…

Umutsuz olmak ahmaklıktan iyidir…

Gerçekçi olmaksa umutsuz olmaktan iyidir…

Yığınların inanca sarılması, inanç sistemlerinin uçlara doğru açılması tesadüfi değil…

Markette marka arayan tüketicinin ruhsal ihtiyacıdır…

Kapitalizm vebadan daha korkunç bir şeydir…

Sizi hasta etmekle kalmaz.

Sizi hasta olmaya ikna eder.

*”Nerdesin?”

“Gözünün dibindeyim.”

“Göremiyorum.”

“Gözünü s..eyim.”