Geçtiğimiz günlerde, bizleri bekleyen yeni pandeminin kuraklık olacağına işaret eden bir uyarı ile karşılaştık. Prof. Dr. Faruk Alaeddinoğlu’nun konuyla ilgili açıklamalarından hareketle yapılan bu uyarı, küresel çapta deneyimlediğimiz iklim krizinin, kuraklık boyutunu yerel sonuçları ve çözüm önerileri itibariyle de tartışmayı gerektiriyor.

Kuraklık Türkiye’de çiftçiyi çoktan vurdu bile. Ozan Gündoğdu’nun BirGün’deki 13.05.2020 tarihli “Çiftçi kuraklık batağına saplandı” haberine baktığımızda, kuraklık ile pandemi arasındaki ilişkiyi daha net görebiliyoruz. Yağışların son 50 yılın en düşük seviyesine indiği bu yılda, ürün kaybının bazı bölgelerde yüzde 80leri bulduğu ifade ediliyor. Örneğin, Diyarbakır’da 40 dönüm arazide buğday üreten Bişar İçli şöyle açıklıyor durumu: “Geçen yıl 21 ton ürün aldım. Ancak bu yıl rekolteyi 3-4 ton olarak bekliyoruz. (...) Fiyatlar da etkilenecek. Kayıp bu kadar çok olunca doğal olarak fiyatlar zamlanacak. Sadece ekmek, makarna un gibi de düşünmemek gerekir. Saman da yok mesela. Hayvancılıkla uğraşanlar ne yapacak?”. İçli, ayrıca konunun taraflarının bölgede afet ilan edilmesi gerektiği fikrini paylaştıklarını da ekliyor.

Kuraklığın bir afet, bir pandemi olarak ifade bulduğu bir seviyedeyiz. İklim krizinin, artık bugünden itibaren değişiklik yaratabilecek politikalara ihtiyaç duyduğumuz bir anındayız. Kriz, kontrol edilemez boyutlara vardı. Gıda üretilemez hale geldi. Bu son derece ürkütücü gerçekliğin sebebine, kapitalist kar güdüsüne ne kadar çok işaret etsek az... Öte yandan ne yazık ki devletler, uluslararası kuruluşlar dünyayı soğutmayı hedefleyen politikalarını bu güdüden ayırabilmiş değiller.

İklim bilimciler James Dyke, Robert Watson, and Wolfgang Knorr’un Climate&Capitalism.com’da çıkan 22 nisan tarihli ‘Net Zero’ Is A Dangerous Trap (Sıfır Karbon, tehlikeli bir tuzaktır) başlıklı yazıları da buna dikkat çekiyordu:

“Korkularımızı dile getirmenin ve daha geniş bir topluma karşı dürüst olmanın zamanı geldi. Mevcut net sıfır politikaları, iklimi değil, aynı tas aynı hamam işleri (business as usual) koruma ihtiyacı güdüyorlar. İnsanları güvende tutmak istiyorsak, karbon emisyonlarında büyük ve sürekli kesintilerin hemen yapılması gerekiyor.”

İklim bilimciler, atmosferde çok fazla bulunan karbondioksitin bir sonucu olarak ortaya çıkan iklim krizinin çözümü için geliştirilen karbon yayılımını durdurmaya yönelik politikaları desteklemekle birlikte bu politikaların gelecekte sonuç verecek teknolojileri gerektirmesi konusunda uyarıda bulunuyorlar. Bunu yaparken de iklim değişikliğinin uluslararası sahneye çıktığı 1980’lerden başlayarak izini sürüyorlar ve gezegenin iyileşmesini bir gelecek vaadi olarak bugün hala gerçekleşmediğini vurguluyorlar.

Net sıfır karbon fikri de bu perspektifte bir tuzak halini alıyor: “Prensipte bu harika bir fikir. Ne yazık ki, pratikte, teknolojik kurtuluşa olan inancın sürdürülmesine yardımcı oluyor ve emisyonları hemen şimdi azaltma ihtiyacını çevreleyen aciliyet duygusunu azaltıyor.” Dahası uzmanlar, net sıfır fikrinin dayandığı teknolojilerin, örneğin ormansızlaşmayı artırarak doğayı yok etmeyi hızlandıracağına ve gelecek için daha büyük bir tehdidi de beraberinde getireceğini de ekliyorlar. Neticede sürdürülebilir teknolojileri, spekülatif ve peri masal olarak tarif eden iklim bilimciler, yapılması gerekenin “insanlığı güvende tutmanın tek yolu, emisyonları toplumsal olarak adil bir şekilde derhal ve radikal bir şekilde azaltmak” olduğunu hatırlatıyorlar.

Gerçekten de geçtiğimiz yaklaşık 40 yılın heba edildiği bir “gelecek vizyonu”ndan medet ummamız mümkün değil. Bu dönemde bırakın karbon düşürmeyi, gezegeni iyileştirmeyi, bugünkü gibi bir pandemiye zemin hazırlayacak politikalar derinleşti. O nedenle çözümü geleceğe bırakan politikalara hayır demek, topraklarımızın alarmına acilen kulak vermek gerekiyor.