Ülkemiz bir taziye, bir nekahet evi ve bu konuda dünya birincisi. Üstüne üstlük, neredeyse her sabah uyandığımızda gece yarısı özenle hazırlanmış, sinir tellerimizi en ince yerinden zıplatan günün sürprizleri ve akıl almaz politik skandallar var! Acaba biraz ertelenebilir mi bazıları? Cenazemiz var...

“Sürekli bir karnaval  artık karnaval değildir!”

“Bugün biz istediğimizi yapabiliyoruz; buradaki tek sorun neyi istediğimizdir. Gelişimimizin sonunda Adem ile Havva’nın bulunduğu yerde bulunuyoruz: Bugün karşı karşıya olduğumuz bütün mesele ahlak meselesidir.”

Max Frisch

Z. Bauman savaş zamanı zalimliği için “adiaforizasyon” diye bir terim kullanır. Bu “...belli hareketleri ya da belli hareket nesnelerini ahlaki olarak nötr ya da ilgisiz kılma -ahlaki değerlendirmeye/yargılamaya tabi tutulacak fenomenler kategorisinin dışında tutma- dır.” Bazı eylemler ahlaki yargılar dışında tutulacaktır.

Uzunca bir süredir, bazılarının kendini en basit ahlak, nezaket kurallarından, hatta yasalardan muaf tuttuğu bir insan topluluğu içinde yaşıyoruz. İnsanlara üç kişi bir arada diye ceza yazılan bir ülkede böyle toplu cenaze törenleri yapmak vicdanınızı rahatsız etmeli. İnsanların can ve ekmek derdinde olduğu bir dünyada, özel jet bulamayınca tüm biletlerin sizin için alındığı bir uçakla elbette istediğiniz yere gidebilirsiniz ama bunu poz poz paylaşmak içinizden gelmemeli. Bir tutuklamada, bir insanın ayakkabısını giymesine müsaade etmemek nasıl bir ruh hali? Ülkenin pasaportunu organize bir sahtekârlık işine alet edip, hâlâ iyi bir şey yapmış gibi konuşabilmek nasıl bir pişkinlik? Beş yerden maaş alıp bu etiktir diyebilmek, üretildiği ülkede bile bu kadar bol olmayan o milyonluk arabalarla gezmeyi ‘normalleştirmek’, eskilerin deyimiyle yetim hakkı yemek değil mi? Başkalarının acısını görmek bu kadar zor mu?

Ülke karnaval yeri gibi, ancak “... ‘sürekli karnaval’, artık bir karnaval değildir! .... ayrılmış ve tecrit edilmiş bir kaynaktan, gündelik yaşamın ana kanalına taşan zulüm görüntüleridir.”

Ve biz artık “.... seyretme bitkinliği ...” içindeyizdir.

Biliyoruz ki doğada canlı kalmak için gerekli “adaptasyon”, insan ırkının en büyük başarısıdır. Hayatta kalmak için yapmayacağımız yoktur. Artık belki de neye adapte oluyoruz diye dönüp bir bakmamız lazım.

Arada bir ölümlü olduğumuzu hatırlamak gerek!

Bir yılı geçti, her gün bir uçak düşüyor ve içindeki herkes ölüyor ya da her gün beş yolcu otobüsü kaza yapıyor, tüm yolcular ölüyor. Akşam oturup turkuaz tablodan izliyoruz. Eski “normal” günlerde ulusal yas ilan edilecek bir durumu, milletçe her gün yaşıyoruz. Sürekli bir mayın tarlasında dolaşıyoruz. Evden çıkma, çıkarsan da oraya dokunma, dur bak şöyle yap ya da böyle yap, yok yok çık bir şey olmuyor! Çeşit çeşit bilgi, belge, efsane, her gün bir uyarı. Etrafından dolaşmayı öğrenmiş olanlar dışında, artık her yer mayın tarlası!

İş yerlerinin çoğu kapalı. Küçük esnaf neredeyse bir yıldır iş yapamıyor. Çocuklar okula gidemiyor, yaşlılar yalnız başlarına evlerinde oturuyor. Belirsizlik, gelecek korkusu had safhada.

Nasıl dayanıyoruz?

İnsan, doğada çok zayıf kalan kaba gücü ile değil; aklı ve işbirliği ile avlanma becerisini geliştirip, yüz bin yıl önce en önemli atılımını yaparak, doğadaki besin zincirinde bir üst düzeye çıktı. Üç milyon yıl içinde üç katına çıkan beyin hacmimiz bu süreçte; hayatta kalmamızı sağlayacak, doğal seçilimle çoğalma şansını arttıran “hayatta kalma becerilerini” de ekleyerek gelişti. Yemek, içmek, ısınmak, uyumak ve çoğalıp türünü devam ettirmeye programlı bir canlı türü olarak, kırılgan yapımız; doğada tek başına yaşayıp, çocuk büyütüp türümüzü devam ettirmek için yeterli değildi. Bu yüzden de işbirliği yapma, bilginin aktarımı ve değişen şartlara uyum sağlama yeteneğimiz türümüzü devam ettirmemizde en önemli faktörler oldu.

Bugün ileri teknoloji dediğimiz donatılarla; orta ve üst sınıfı hedef alan, konfor vaadi ile dolan taşan reklamlarımız ve ürünlerimizle her şeyi aştık sanıyoruz. Oysa iki gün ekmeğimizi pişirecek fırın olmasa, üç gün marketlere ürün tedariki yapılmasa bir paket makarna için ne kavgalar çıkabileceğini öngörebiliyoruz. Böyle bir dünyada, bu bir yıldan uzun süren büyük kapanmada, devranı döndüren kimlerdi farkında mıyız? Bizi hayatta tutan; suyumuzu, yiyeceğimizi tedarik edenler? Salgının, kapanmanın ilk günlerinde ne hikmetse tüm dünyada en çok telaşına düştüğümüz makarna ve tuvalet kağıtlarını kimler üretir? Üretenler, satış yerlerine taşıyanlar, o satış yerlerini açıkta tutanlar? Satış yerlerine gitmeyi bile göze alamayanlarımızın kapısına kadar getirenler? Bir gün bile bizi ekmeksiz bırakmayanlar? Telefon edince suyumuzu getirenler? Motorları ile yollarda can veren kuryeler? İstifa etmeleri bile yasaklanan sağlık çalışanları? Gecenin bir vaktinde kolumuza aşı vuranlar?

Bizi hayatta tutan, politikacıların kavgaları ya da nutukları ve sözde önlemleri değildi. Bizi bu emekçiler hayatta tuttu.

Bir yanda hastane odalarında sessizce tek başına ölenler, sessizce gömülenler. Bir yanda bu ölenlere saygısızca yapılan devlet ricali ve kalabalık cenaze törenleriyle, bizim ölümüz sizinkinden daha değerliydi diyenler ve bundan hiç utanmayanlar!

Evlerimizde yalnızız ama anlayana hâlâ sevgi, güven, sosyal ağlar ve dayanışma var. Buna karşılık; hayatta kalma suçluluğu, evde kalabilme şansı suçluluğu, işini kaybetmemiş olma suçluluğu var. Bunu hiç duymayan, her şeyi kendi hakkı sananlar da var!

Ülkemiz bir taziye, bir nekahet evi ve bu konuda dünya birincisi. Üstüne üstlük, neredeyse her sabah uyandığımızda gece yarısı özenle hazırlanmış, sinir tellerimizi en ince yerinden zıplatan günün sürprizleri ve akıl almaz politik skandallar var! Acaba biraz ertelenebilir mi bazıları? Cenazemiz var...

Nisan yağmuru gibi kısa süren aşkların mevsiminde; havada aşk değil ölüm var, hastalık var, yoksulluk, işsizlik var. Ve hepimiz birbirimize görünmez ağlarla bağlıyız. Koca evrende bu küçücük sıradan hayatlarımız, birlikteliklerle değerli. Bazen yaptıklarımız değil, yapmadıklarımız daha önemli.

Yakınlarımız, sevdiklerimiz, görevini yaparken ölenlerimiz... Bir yıldır maddi manevi salgının yükünü çekenlerimiz, evlerinde torunsuz, torbasız kalan yaşlılarımız; tüm bunlar geçince, bu sessiz kahramanlar için bir anıt yapmalıyız.

Bu pazar günü hediyem, değerli şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın çok güzel bir şiiri... Ölüm hakkında ama sıcacık ve hayat dolu.

ÖLÜ

Hangi mahallede imam yok,

Ben orada öleceğim.

Kimse görmesin ne kadar güzel,

Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.

Ölüler namına azade ve temiz,

Meçhul denizlerde balık;

Müslüman değil miyim, haşa,

Fakat istemiyorum, kalabalık.

Beyaz kefenler giydirmesinler,

Sızlamasın karanlığım havada.

Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,

Ki bütün azalarım hülyada.

Hiçbir dua yerine getiremez,

Benim kainatlardan uzaklığımı.

Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,

Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...

Fazıl Hüsnü Dağlarca (1914-2008)

Sıcaklığımız, sıcaklığınız daim olsun. Tüm gidenler, bize tüm sıcaklıklarını bırakarak gittiler, unutulmasın!