Sürekli olağanüstü halden öteye

KANSU YILDIRIM
Kampfplatz Dergisi Yayın Kurulu
Türkiye bir yol ayrımında. Nisan ayında gerçekleştirilmesi planlanan referandum öncesinde toplumun büyük çoğunluğu kritik durumun farkına vardı ve buna göre davranmaya başladı: Parlamenter sistem savunusundan otoriteryenizme itiraza, yaşam tarzına yönelik müdahalelerden Cumhuriyet ve laikliği müdafaaya, emeğe yönelik sistematik baskının artışından devlet kurumlarının arpalığa dönüştürülmesine geniş bir gerekçe kümesi ile “hayır” diyeceğini belirtiyor.
2017 referandumunun, Anayasa maddelerinin niteliği ve olağanüstü hal koşullarında gerçekleşecek olması nedeniyle 2007 ve 2010 Referandumlarına benzemeyeceği ortada. 15 Temmuz sonrasının özgül koşullarına uygun özgül bir referandum söz konusu. Ve bu referandum sistem-içi düzenlemelerin ötesinde sistemi dönüştürecek bir eşik niteliğindedir.
Ne var ki, yazıları ve sözleri dikkatli izlenen isimler Türkiye’nin özgül koşullarını okuma konusunda kimi zaman basiretsiz davranmakta. İki örnek verebiliriz. Murat Yekin 30 Ocak 2017 tarihli yazısında Trump yönetiminin gerilimleri üzerinden mesaj vermiş, yürütüme kudretinin cazibesine kapıldığını söylediği Erdoğan’a şöyle seslenmişti: “lütfen bir kez daha düşününüz; henüz onay imzanızı atmamış, henüz ok yaydan çıkmamış, iş işten geçmemişken.”Benzer bir açıklamayı Deniz Baykal da yaptı. Gazetecilere verdiği demeçte “Şimdi Sayın Cumhurbaşkanı anayasa değişiklik teklifini imzadan sarfınazar ederse, uzak durursa, bence doğrusunu yapmış olur” dedi.
Yetkin ve Baykal’ın referanduma götüren yapısal çelişkileri geri plana atmalarının arkasında Erdoğan’ın normalleşmesi halinde ülkenin de normalleşeceği yönündeki liberal tez bulunmaktadır. Siyaseti hümanist bir noktadan görmeleri sonucunda ülkeye başkanlığı dayatan ideolojik ve siyasal kriz koşulları silikleşmektedir. Ayrıca Erdoğan’ın liderlik sultasına gereğinden fazla kudret atfeden bu yanılsama, bir tür pasifizmin dışa vurumudur.
Başka bir yanılsama Anayasa değişikliğinin hukuki bir düzlemde cereyan ettiğini, AYM ve başka mekanizmalarla bu sürece yön verebileceğini düşünen hukuk-ideolojisi temelli yaklaşımdır. Bir dönem AKP’nin Anayasasına karşı başka bir anayasa talebiyle de ortaya çıkan anlayış, tüm gelişmelerin hukuk düzleminde cereyan ettiğini düşünmektedir. Referandumun konusunun Anayasa olmasına rağmen hukuki izahatın ve stratejilerin yetersiz kaldığı ortadadır. 2010 Anayasa Referandumundan bu yana yargı erkinin, yürütme tekeline girmesi, 15 Temmuz sonrası KHK’lerle birlikte yüksek yargının yeniden yapılandırılması hukuk temelli yaklaşımları başından sonuçsuz bırakmaktadır.
2017 Referandumu, en yalın ifadesiyle “siyasi”, daha dar anlamıyla “iktidar blok”una dair konudur. Türkiye’nin son bir yıldır yaşadığı gerilimler devletin yeni bir biçim kazanmasına ilişkindir. Bu nedenle tek bir kişinin iradesiyle, bu kişiyi sağduyuya çağırmayla veya ülkeyi demokrasi şelalesine çevirecek yasa metinleriyle “normalleşme”, “kriz önleme”, vb. beklentiler boşunadır.
Gezi isyanı ve 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonlarından bu yana siyasal alandaki konumunu “istiklal mücadelesi” analojisi eşliğinde kuran, 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası yine aynı analojiyi devam ettiren AKP iktidarı, eylem ve işlemleriyle “olağanüstü devlet biçimi” semptomları sergilemektedir. 15 Temmuz ile birlikte iktidar bloğundaki kriz anlık olmaktan ziyade süreklilik kazanmaya başlayarak devlet aygıtları arasındaki bir çatışmaya bürünmüştür. Cemaatin tasfiye süreciyle birlikte yeniden düzenlenen iktidar bloğunda aynı zamanda ideolojik bir kriz yaşanmaktadır. Bu kriz, Erdoğan’ın iradesini aşmakta, bilakis kişileri de şekillendirmektedir.
Kapitalist devlette siyasi egemenlik tek bir sınıf veya fraksiyonun elinde değildir; çeşitli sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının ittifakı söz konusudur. Nicos Poulantzas’ın belirttiği üzere olağanüstü devlet biçimi (“faşist diktatörlük” ve “faşistleşme evreleri”) egemen sınıflar ve bunların fraksiyonları arasındaki iç çelişkilerin derinleşmesi ve keskinleşmesi koşullarında belirir. Sınıfsal çıkar uyuşmazlığı, siyasal temsil mekanizmalarındaki rekabet, devlet aygıtlarındaki gerilimlerin birikmesi sonucunda iktidardaki partinin bu sorunlara çözüm için üreteceği formüller azalmaktadır.
15 Temmuz’dan bu yana fraksiyonlar arası çelişkilerin derinleşmesi, siyasi ve ideolojik ortamda da kendisini göstermektedir: İdeolojik yeniden üretim alanlarında başlayan bunalım (ör. kutuplaşma) parti yoluyla temsil bunalımına devretmektedir. İktidar bloğu içindeki çelişkilerin “doğal” mekanizmalarla ve teamüllerle aşılamayışı ve ideolojik krizin derinleşmesi hakim sınıfı “polisiye” tedbirler almaya itmektedir.
Faşizmin en belirgin özelliği ideolojik aygıtların baskı aygıtı gibi çalışmasıdır. Poulantzas’ın“siyasal polis” dediği polisin ideolojik işlevi devletin diğer aygıtlarında da belirginleşir. En büyüğünden en küçüğüne kamu kurumlarındaki bürokratik kademeler “burjuvazinin de fakto siyasal partisi” gibi çalışır ve her biri siyasal polis gibi işler. İhbar mekanizmalarının geliştirilmesi dışında, güncel bir örnek vermek gerekirse Yüksek Seçim Kurulu Malatya İl Seçim Müdürü Gürsel Dursun’un sosyal medya hesabında “Kılıçdaroğlu’nun başı için evet” yazılı mesaj paylaşması, kişisel propagandanın ötesinde, bulunduğu makamın farkında olarak siyasal polisliğe soyunmasıyla ilgilidir.
ulusal ve uluslararası (Körfez) sermaye fraksiyonlarının desteğine rağmen bu süreçte iki büyük açmazı söz konusudur.
a) “Yeni Türkiye” olarak deklare ettikleri proje iflas ettiği gibi uzam-zamansız bir kisveye bürünmüştür. Ali Murat Özdemir’in belirttiği üzere yeni anayasa için yeni bir cumhuriyet projesi gereklidir:“Anayasa metinleri hakim bir cumhuriyet projesinin normatif ifadesidir”. Ve bu hakim projenin ağırlığını zora değil rızaya dayandırması gerekir; “Gramsci’ci anlamda bir pasif hegemonya kuramayan cumhuriyet projesi hakim proje olmadığı” gibi, topluma şiddet tekniklerinden başka bir şey vaat edemez.
b) AKP iktidarının bu şartlar altında akıllarındaki yönetsel profile en yakın devlet biçimi, rantiyeci kapitalist devlet biçimdir. Yürütmenin özel mülkiyet olgusunu ve küresel kapitalizmin yereldeki “rasyonel” eğilimlerini tehdit eden yapısı, iktisadi ve siyasi olan arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir yönetim biçimine işaret etmektedir. 15 Temmuz sonrası TMSF eliyle başlayan el koyma dalgası, OHAL KHK’lerinin sınırsızlığı ve sürekliliği bu eğilimi güçlendirmektedir. Ancak Türkiye’nin ne hidrokarbon ve gaz kaynakları ne de ticaretini yapabildiği zengin cevher ve mineralleri vardır. Bu nedenle üretmeden toplumun belli kesimlerini (hanedanlık tipi) besleyebilecekleri rantiyer bir aktarım kayışı imkanı bulunmamaktadır. En fazla Ulusal Varlık Fonu gibi fonlar veya Kamu Özel Ortaklığı/kamu ihaleleri üzerinden belirli kesimlere avanta sunacakları “rutin” ve köhnemiş bir kapitalist düzeni devam ettirebilirler.
Söz konusu iki açmaz, iktidar bloğunun şimdiki yapısı bağlamında, AKP açısından başkanlığı zorunlu kılmaktadır. Başkanlık projesi ve buna eşlik eden olağanüstü hal, bir “keyfiyet” yahut “tercih” olmanın ötesinde kapitalist yönetsel çelişkileri ve arızaları geçiştirebilecek yegâne zor tekniğidir. Jean-Claude Paye’in “A Permanent State of Emergency” makalesinde belirttiği üzere “süreklilik kazanan olağanüstü hal”, yasa düzeyinde bir diktatörlük oluşturmayı kapsamaktadır. Diktatöryel yetkiler egemen sınıflar arası gerilimler ve muhalif dalgayı bastırmaya yönelik özel “imkânlar” sunacaktır (suçlu/düşman ayrımının kalkması, düşman ceza hukuku, vd.).
Korkut Boratav’ın belirttiği üzere “evet” çıkması halinde, “Başkanlık rejimine geçtiği andan itibaren faşizme geçiş tamamlanmış” olacaktır. Kitabi dille ifade edersek, diktatörlük yerleşik hale gelecek, konsolidasyon evresi olarak adlandırılan“gerçek faşizm” dönemi başlayacaktır: İktidar bloğundaki ve toplumdaki sınıfsal temsillerde asimetri artacaktır.
Ortaya çıkan siyasi iklimden ötürü bu seferki Hayır -kısa vadeli taktik olarak-sadece defansif değil, ofansif de olacaktır. Bir sürece muhalefet etmenin ötesinde yeni bir sürecin ilk tuğlasını koyma potansiyeli barındıran “Hayır”dır. Girişte sıraladığımız gerekçeler bağlamında her bir “Hayır”ın ayrı bir önemi bulunmaktadır. Bu sefer iktidarın derdini anlatacak liberal ve sol-liberal ideolojik memurların yokluğu ve “Hayır” diyenleri belli bir kampta etiketleyemediklerinden ötürü 2010 zamanındaki gibi propaganda imkanları da kalmamıştır.