Arkadaşları onun yokluğunu fark etmemiş gibi içmeye devam ettiler. “Çok içiyorlar,” dedi Mary. “Hatırlamak için mi yoksa unutmak için mi?” diye sordum. “Sarhoş olmak için,” diye cevap verdi. Sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi. “Haftalıkla çalışanlar, bugün ücretlerini alır ve bütün paralarını bir gecede yerler bazen.”

Suretler

Dublin’deki hayatım ufak tefek aksaklıklar dışında rayına girmiş gibi görünüyor. Gündüzleri üniversiteye gidiyor ve yeniden öğrenci olmanın gereklerini yerine getiriyorum. Bu da şu anlama geliyor: Sabah erkenden öğrenci kahvesinde kitaplarımla boy göstermek, öğlen yemeğimi yanımda götürmek (dışarıda yemek hem kötü hem de pahalı), “Sigara İçilmez” tabelasının altında toplaşıp sigara içenlerle beraber zaman öldürmek.

Akşama doğru genellikle okulun havuzunda yüzüyorum. Çoğunlukla öğrencilerin rağbet ettiği havuzda, arada bir daha ileri yaşta birilerine de rastlamak mümkün oluyor. Geçen gün, birlikte pek eğleniyor gibi görünen bir dede ve torun vardı mesela.

Küçük kız havuzun sığ tarafında amuda kalkma egzersizleri yapıyordu. Biraz nefeslenmek için orada durduğumda, dede yanıma yanaştı ve muzip bir ifadeyle bana şöyle dedi: “Şu kıza benim ondan daha iyi amuda kalktığımı söyler misin?” “Elbette,” dedim, “küçük kızları ağlatmaya bayılırım.” Suratıma dikkatle baktı. “Para veririm sana,” dedi. “Ne kadar verdiğine bağlı,” dedim ben de. Öyle kolay lokma sayılmam.

Küçük kız kafasını sudan çıkarınca, “tarafsız bir hakem” olarak fikrimi beyan ettim. Ağlamak ne kelime, kahkahalarla güldü. Belli ki dedesini tanıyordu. “Hep böyle yapıyor,” dedi bana. Sonra herkese göstermek ister gibi bir kere daha amuda kalktı. Hiç fena değildi aslında. Dedesi gururlu bir şekilde göz kırptı.

Dublin işte biraz böyle bir yer. Nereye giderseniz gidin sizinle şakalaşacak ve suratınıza gün boyu devam edecek bir gülücük konduracak insanlarla karşılaşıyorsunuz. Ev sahibim Mary, Dublinlileri biraz romantize ettiğimi düşünüyor. Muhtemelen haklı. Ama Mary “orta sınıf bir Fransız” gibi davrandığımı da düşünüyor. Ona bütün yargılarında güvenebilir miyim bilmiyorum. Bununla ne demek istediğini sorunca, kıs kıs güldü. “Fransız işte,” dedi, “Ve de orta sınıf!” Böyle durumlarda elimi zorlamamam gerektiğini öğrendim. Susup kibarca gülümsedim. Bir Fransız gibi görünmediğimi umarak.

Akşamları genellikle sakin geçiyor. Bazen Mary ile sohbet ediyoruz. Bazen de bir şeyler okuyup erkence yatıyorum. Ama geçen gece bir de baktım ki, yağmurluğunu giymiş kapımda belirdi. “Hadi yürü, pub’a gidiyoruz,” dedi. Ne olduğumu anlayamadan kendimi tam takım giyinmiş bir şekilde kapının önünde buldum. Mary’nin böyle bir komutan edası var, ona hayır demek pek kolay değil. Sokağa çıkar çıkmaz ellerini arkasında birleştirip hızlıca yürümeye başladı. Ben de beceriksiz bir ördek gibi onu arkadan takip ettim. “Her akşam evde pinekliyorsun,” dedi “r”lerin üzerine bastıra bastıra, “Senin için iyi değil bu.” Biraz durduktan sonra ekledi: “Sonra acıklı acıklı bakıyorsun.” “Bir Fransız gibi mi?” diye sordum. “Orta sınıf bir Fransız gibi,” dedi gülerek.

Yolda yürürken neşeli ve kalabalık bir bar gördük. Oraya doğru baktığımı görünce, “O hipster barına gitmeyi düşünmüyorsun herhalde,” diye çıkıştı bana. “Biz mahalle pub’ına gidiyoruz,” dedi sonra omuzlarını dikleştirerek. Çaresiz yürümeye devam ettim ben de. Eski püskü bir yer olan mekana girdiğimizde, birkaç kişiyle kısaca selamlaştı, sonra bir masaya kurulup oturdu. Köşede sevimli bir şekilde cıvıldaşan kızlı erkekli genç bir grubu saymazsak, yaşını başını almış erkeklerden oluşan bir kalabalık vardı içeride. Hararetli konuşmalara ve arada bir yükselen kahkahalara bakılırsa, ilk biralarının üzerinden bayağı bir zaman geçmiş olmalıydı.

Biz Mary ile içkilerimizi yudumlayıp Fransız filmleri falan gibi şeylerden bahsederken (Mary de anneannem gibi, film değil de “filim” diyor bu arada), saatler de gece yarısına doğru ilerledi. Zaman geçtikçe, barda oturan adamların sesleri yavaş yavaş azaldı, yüzlerindeki çizgiler derinleşti, gözlerindeki hüzün koyulaştı. Bir tanesi kalkıp sallana sallana dışarıya çıktı, bir daha geri dönmedi. Arkadaşları onun yokluğunu fark etmemiş gibi içmeye devam ettiler. “Çok içiyorlar,” dedi Mary. “Hatırlamak için mi yoksa unutmak için mi?” diye sordum. “Sarhoş olmak için,” diye cevap verdi. Sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi. “Haftalıkla çalışanlar, bugün ücretlerini alır ve bütün paralarını bir gecede yerler bazen.”

Bunun üzerine, Dublinliler’deki “Suretler” adlı öykü geldi aklıma. O öykü Farrington adında bir katibi anlatır. Bu adam sabahtan akşama kadar resmi yazışmaları temize çeker durur. Hiçbir yaratıcılık, incelik ya da zeka gerektirmeyen tekdüze bir iştir bu. Joyce, adamın dinmek bilmeyen öfkesi ve alkol bağımlılığının bu korkunç sıradanlıkla ilgili olduğunu hissettirir bize. Farrington yoksuldur, vasıfsızdır ve kendi seçtiği hayatı yaşamak özgürlüğüne sahip değildir. Bütün arzusu fark edilmek, dikkate alınmak, insan yerine konmaktır aslında. “Suretler,” güne hep aynı beklentiyle başlayan bu talihsiz adamın her adımda bir kez daha yenilişini anlatır. Dublinliler’in her tarafına sinmiş olan düş kırıklığı ve sıkışmışlık hissi, neredeyse tümü barlarda geçen bu öyküye de damgasını vurur. Gecenin sonunda Farrington, son kuruşuna kadar içkiye yatırmış ama sarhoş bile olamamıştır. Hem dokunaklı hem de sert bir hikayedir bu.

Mary’ye de anlattım bütün bunları. Onaylar gibi başını salladı. “Joyce, Dublinliler’den sonra çok bozdu,” dedi hemen ardından, “O deli saçması kitapları yazmasaydı daha iyiydi.”

Bu konuda şimdilik Mary ile tartışmamaya karar verdim. Nasıl olsa daha uzunca bir süre beraberiz. Bunun da zamanı gelir elbet.