Sürgünden doğan beklenmedik tutku
Yazar Gürsel Korat, 21 yıl aradan sonra ‘Kapadokya: Taş Kapıdan Taçkapıya’ ile yeniden okurlarla buluştu. Korat, sürgün cezasıyla birlikte keşfettiği Kapadokya’ya ilişkin, “İlk gördüğümde mutlaka yazmalıyım dedim” diyor.
Ahmet Çağatay BAYRAKTAR
Çağdaş Türk edebiyatının önemli temsilcilerinden biri Gürsel Korat. ’Kapadokya Dörtlüsü serisinin son kitabı ‘Dönüyor Zaman’’ ile okurlarla buluşan Korat, aynı zamanda ‘Kapadokya: Taş Kapıdan Taçkapıya’ kitabının yeni baskısını çıkardı.
21 yılın ardından edebiyatseverlerle yeniden buluşturulan ‘Kapadokya: Taş Kapıdan Taçkapıya’, Kapadokya’nın tarihine ve mimarisine odaklanıyor. Gürsel Korat ile kitaplarını ve Kapadokya’nın dönüşümünü konuştuk.
Kapadokya’yı keşfiniz ilk olarak nasıl oldu?
1977’de lisede öğrenci olaylarına karıştığım için yediğim sürgün cezası nedeniyle Kapadokya’yı gördüm ve hayran oldum. Sonrasında liseyi Hacı Bektaş’ta okusam da Ürgüp hiç aklımdan çıkmadı. “Burada olmalı, burayı yazmalıyım” diye düşündüm. Nitekim bazı mekânlar öyledir. Ve bölgedeki kadim Alevi kültürü ile yine o yıllarda tanıştım.
Kapadokya dörtlemesinin ilk kitabı 1995’te yayınlandı. Kapadokya Taş Kapıdan Taçkapıya ise ilk olarak 2003’te. Aynı coğrafyayı farklı tür bir kitapla ele alma fikri ilk olarak nasıl ortaya çıktı?
Bu kitabı bir gezi kitabından çok bir başvuru kitabı olarak görüyorum. Çünkü başka kitaplarda rastlanılamayacak bilgilere yer veriyor. Bu da kitabın ortaya çıkışının en önemli nedeni. Çünkü sanatsal çalışmalarım sırasında başka kaynaklarda yer almayan, bölgede yaptığım araştırmalar sırasında karşılaştığım kaynakların temeli edebi nitelikte olsa da bölge araştırma nesnem haline de geldi. Edebiyat ve araştırmanın ayrı ayrı ele alınması gerektiğini düşündüğüm için bu kitap meydana geldi.
BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ
“Birlikte yaşama kültürünün geliştiği bir coğrafya”
Edebiyatçı ceketinizi çıkarıp tarihçi, fotoğrafçı, ikonografi uzmanlığı gibi farklı alanları bir araya getirdiğinizde bölgenin hangi özellikleri sizi etkiledi?
Edebiyat yaparken İç Anadolu’nun dil ve mekân varlığı olarak çok özel olduğunu düşünüyordum. ‘Bunun edebiyatını yapmalıyım’ diye düşünmüştüm. Kızılırmak Yayı’ndan başlayarak Manisa’ya kadar uzanan ana dili Türkçe olan Rumlar, Hacı Bektaş, Hitit geleneği… Bunlar çok önemli. Dünyada tarihin ve coğrafi güzelliklerin iç içe gezdiği çok az yerden birisi Kapadokya. Yaşayış şekli bakımından da Hristiyan, Ermeni, Rum ve Türklerin aynı dili ve aynı aksanı konuştuğu bir eski çağdan söz ediyorum. Bu açıdan günümüzdeki etnik ayrımlar yerine birlikte yaşama kültürünün de pekiştiği bir coğrafya.
Daha önce hiçbir kaynakta yer almayan hangi bilgiler bu kitapta yer aldı?
Maceranın başlangıcı Karamanlıca kitabeleri ile başladı diyebilirim. İlk önce bu kitabeleri Yunanca sanmıştım. Fakat Yunan alfabesi kullanılan Türkçe var aslında karşımda. Bunun üzerine Yunancanın diyalektiğini araştırdım, Bizans tarihini de içeren kitaplar aracılığıyla Karamanlıca dil bilgisini öğrendim. Ve bu kitabeleri de okudukça daha önce hiçbir kitapta yer almayan fotoğraflar çekmeye başladım. Bu çalışmalarımla o dönemde Karamanlıca üzerine araştırma ve tartışmalar daha da arttı. Yaptığım çalışma aynı zamanda Kapadokya’yı ele alan kitabımı da etkiliyordu. Bölgedeki duvar resimleri üzerinde yaptığım araştırmalarda ziyaretçilerin buraları üstünkörü gezdiğini, resimleri anlamlarını bilmeden incelediği dikkatimi çekti. Bu durum karşısında da duvar resimlerini İncil’deki sırasında uygun olarak sınıflandırdım ve çizimler yaptım. Aynı zamanda bölgedeki Selçuklu etkisini, eserlerdeki soyut resimleri de inceledim. 12 yıl boyunca Atlas dergisinden foto muhabiri arkadaşlarımı da işin içine katarak bölgenin kayıt altına alınmasını sağlamaya çalıştım.
***
KİTLESEL TURİZMİN KAPADOKYA’YA ZARARI
Kitlesel turizm Kapadokya’yı da olumsuz etkiledi. Şu anda Kapadokya turizmle özdeşleştirilen bir yer. Bölgedeki dönüşüme dair gözlemleriniz neler?
70’lerde Kapadokya’da yoğun bir nitelikli turist varlığı söz konusuydu. Nitelikli turistin altını özellikle çiziyorum; bu kişiler bölgeyi araştırarak, tarihi öneminin ve dokusunun da farkında olarak gelirlerdi. 80 darbesinin getirdiği Özalizm ile birlikte artırılması planlanan otellerle bölgede arazi yağmacılığı baş gösterdi. Hatta peri bacalarının yanında yeraltı şehirlerine giden patikaların doğal dokusunun bile bozulduğunu gördük. Yazarlığıma denk gelen bu dönemde bozulmaya karşı mücadele verdim. Memleketim Kayseri’nin yanında Kapadokya’nın da korunması için çok çaba gösterdim. Fakat geldiğimiz noktada her tarihi yer ticari işletmeye; gözümüz gibi sakınmamız gereken alanlar ise ATV ve manej rotaları haline çevrildi. Sıcak hava balonları için üzüm bağları harap ediliyor. Geniş yollar uğruna bölgeye özgü endemik bitkiler, yabani iğde ağaçları yok ediliyor. Mağara ziyaretlerinde içeri çok kişi alınması karbondioksit birikimine neden oluyor, bu da doğrudan duvar resimlerine zarar veriyor. Ziyaretçilerin bazıları ise duvarları, resimlerin üzerini çiziyor. Halbuki bizim bilinçli bir tarih turizmi, dengeli bir kalkınma izleyerek bölgenin dokusunu koruyarak geliştirmemiz gerekirdi. Ama kolay olan kitlesel turizm seçildi.