“Yabancı olarak entelektüelin izlediği macerayı belirleyen kalıbı en iyi anlatan söz sürgünlüktür. Asla tamamen uyumlu olmama; kendini her zaman, deyim yerindeyse, ‘yerlilerin’in işgal ettiği aşina muhabbet dünyasının dışında hissetme (…) durumu”

Sürgünün bir entelektüel olarak portresi

MERVE KÜÇÜKSARP

Eski çağlardan beri sürgün olmak, kişinin yurdundan koparılıp başka bir diyara gönderilmesiyle aldığı siyasi bir cezaya tekabül etse de, bizler bugün sürgün kavramını siyasi bir tecridin yanı sıra bir varoluş meselesini anlatmak için de kullanıyoruz. Keza artık sürgünlük mekânsal olarak evden/yurttan uzak kalmanın yanı sıra kişinin toplum dışına düşmesini, yaşadığı düzene ve eve yabancılaşmasını da akla getiriyor. Kimi zaman da kendine yabancılaşmasını…

Diğer bir deyişle, bir varoluş meselesi olarak sürgün olmak, kişinin evine, etrafına, hayatına, hatta yaşadığı zamana uyum gösterememesidir. Daimi bir arada kalmışlık, bir nevi bulantı halidir; kişi ne yaparsa yapsın dinmeyen. Hayatı boyunca -her iki anlamda da- sürgün olmanın sızını çekmiş Edward Saidin dediği gibi: Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ve benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış onulmaz bir gediktir. Sürgünün özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir.

Sürgün kişi, zaman zaman bu onulmaz gedikten ve arada kalmışlıktan usanır, demir atacak bir liman arar kendine, yepyeni bir dünya yaratmaya çabalar. Keza Said ‘Kış Ruhu’nda sürgünün hayatının önemli bir kısmını, yolunu yitirmesine neden olan kaybı, yönetilecek yeni bir dünya yaratarak telafi etmeye çalışmakla geçirdiğini belirtir. Nitekim yazı en iyi yurt olur; bir türlü düzen kuramayanlar, müzmin uyumsuzlar için… Adorno’nun işaret ettiği gibi, “Artık anavatanı olmayan biri için yazı yaşanacak bir yer halini alır.”

Ne var ki Said, sürgünün büyük bir keder kaynağı olduğunu iddia etmesine rağmen, bir entelektüelden beklenenin sürgün bir ruha sahip olmak olduğu konusunda ısrarcıdır. “Yabancı olarak entelektüelin izlediği macerayı belirleyen kalıbı en iyi anlatan söz sürgünlüktür. Yani asla tamamen uyumlu olmama; kendini her zaman, deyim yerindeyse, ‘yerlilerin’in işgal ettiği aşina muhabbet dünyasının dışında hissetme (…) durumu. Bu metafizik anlamıyla sürgün entelektüel için huzursuzluk, hareketlilik, devamlı tedirgin olup başkalarını da tedirgin etmek demektir” diyor yazar ‘Entelektüel Sürgün’de. Doğru bildiğinden şaşmayan, bu uğurda bedeller ödeyen bir entelektüel olarak Said’in taviz vermediği bir şiardır bu, aynı zamanda.

Sürgün, kanında keder, kayıp ve yalnızlık duygularından mürekkep bir zehir taşır; etrafıyla ve yaşadığı toplumla arasındaki yarığı derinleştiren bir zehirdir bu. Zaman zaman etkisi azalsa da bu zehrin, umulmadık bir anda yeniden kendini gösterebilir; belki bir şarkıyla, bir kitapla, bir fotoğrafla veya kişinin hafızasında aniden beliren bir anıyla. Sürgün kanındaki zehirden kurtulmaya çalışır ha bire. Unutmaya çalışır. Çeşitli uğraşlar edinir kendine, sil baştan bir dünya kurmaya kalkışır. Hele bir de eli kalem tutuyorsa, ya da sanatla iştigal ediyorsa, zamanla bir simyacı oluverir; sürgünlüğün zehrini yazıya ve sanata dönüştüren mahir bir simyacı…

Başta Beckett, Kundera, Nabokov, Joyce, Mann olmak üzere Batı kanonu bu simya sanatının ölümsüz ustalarından ibarettir. Georg Lukacs ‘Roman Kuramı’ isimli önemli yapıtında, modern romanın nüvesinde yurtsuzluk olduğunu, bilhassa Avrupa romanının bağlarından ve aidiyetlerinden azade, gezgin orta sınıf kahramanın yeni bir dünya arayışına dair hikâyelerden meydana geldiğini öne sürer. Hatta modern edebiyatın erken dönem habercisi olan Dante’nin metinlerinde de sürgün önemli bir motiftir. Yaşadığı topraklardan siyasi sebeplerle tecrit edilmesi hayatını ve sanatını derinden etkilemiş olan Dante’nin nazarında sürgünlük, hem büyük bir keder kaynağı, hem de sanatçının evrenselleşmesi, felsefi açıdan kendini geliştirmesi için itici kuvvettir. Metinlerinde ise insanın maddi dünyaya karşı yabancılaşmasının bir simgesidir.

Keza Said de modern Batı kültürünün büyük ölçüde sürgünlerin, göçmenlerin ve mültecilerin ürünü olduğunu, bilhassa Amerikan kültür tarihinin muhalifleri kovmaya dayalı rejimlerden kaçan mültecilerin sayesinde yükseldiğini, Einstein’ın hikâyesinin de buna iyi bir örnek olacağını hatırlatır. Bununla birlikte Said, edebiyat üzerinde yaptığı incelemelerde doğduğu Polonya’yı terk edip kendini İngiliz olmaya adayan Joseph Conrad’ın, hayatı boyunca hissettiği yerinden edilmişlik, kaybolmuşluk ve yabancılığın metinlerinde -bilhassa Karanlığın Yüreği ve Amy Foster’da- hemen hissedildiğini, buna karşın onun edebiyatında var olan özgün bakış açısının etkileyici olduğunu da belirtir.

Beyrut’ta dünyaya geldiği ve yaşamının büyük bir kısmını Fransa’da geçirdiği için tıpkı Said gibi kimlik sorunu yakasını bir türlü bırakmayan, buna rağmen sürgünlüğün olumlu yanlarına atıf yapan Amin Maalouf da, sürgün olan kişinin geldiği toplum ile göç ettiği toplumun kültürü ve dili arasında sıkıştığını, bu ikili kimliğin kişinin aidiyetlerinin üstünde başka, daha evrensel bir kimlik yaratmasına sebep olduğunu iddia eder. Maalouf’un eserleri de, sahip olduğu bu ikili kimlikten nasibini almış olacak ki, bir hayli renkli ve zengin bir üsluba sahiptir. Ne Doğu’ya, ne de Batı’ya ait bir yazar olarak kendini tanımlayan Maalouf’un metinleri, hem Doğu medeniyetinden hem de Batı medeniyetinden mütevellittir.

Yine Said, sürgün olmanın bir entelektüele sağladığı bütün bu kazanımların, arkada bırakılanların verdiği kayıp duygusuyla törpüleneceğinin de altını çizer. Gerçekten de sürgünlük hangi şekilde kendini gösterirse göstersin; -ister siyasi bir erk tarafından verilen hükümle veya insanın kendi uyumsuz, muhalif tabiatı sebebiyle- taşıması güç bir mahkûmiyet, hasrete müebbetliktir; ev hasretine, yurt hasretine, aile hasretine, kimi zaman da huzurlu bir hayat hasretine… Keza Richard Sennett’in, ‘Yabancı’ isimli eserinde belirttiği gibi sürgünün bilmediği şeydir, huzur…

Bugün ise modern dünyanın belirsizliği ve insanın ayağının altındaki halıyı her an kaydırabileceğine dair verdiği güvensizlik, aşırı sağın yükselişi ve popüler kültürün yozlaşması karşısında duyulan sıkıntı, yazarların huzursuzluğunu körüklüyor ve eskisine nazaran kendi iç dünyalarına daha fazla yönelmelerine sebep oluyor. Yazar, toplumun gerçeklerini yansıtmaktan gitgide uzaklaşıyor ve metinlerinde nefes alabileceği yeni bir dünya yaratmaya çalışıyor. Bilhassa son yıllarda yazılan edebiyat metinleri daha ziyade bu minvalde ortaya çıkıyor. Tıpkı James Joyce’un ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde işaret ettiği gibi bir saikle:

“İster evim, ister yurdum, ister kilisem olsun, inanmadığım hiçbir şeye hizmet etmeyeceğim ve kendimi olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım, kendimi savunmak için de kullanmasını bildiğim silahları kullanacağım: sessizlik, sürgün ve kurnazlık…”