2011 yılında Amed Suriçi’de kayıp yakınları ve tutuklu aileleri ile yaptığım röportajlardan birini hiçbir düzeltme yapmadan bire bir deşifre ederek yazıyorum. Bir anne 90’lı yılları anlatıyor;

“Ağustosun başı. Telefon açtı, ben dağa gidiyorum, örgüte katılacağım dedi. 97’de gitti, 98’de şehit düştü. Sason’la Kozluk arasında şehit düştü. Bize köylülerin anlattığına göre adamın biri tütün suluyormuş. Bunlar eylemden dönünce 11 arkadaşlarmış. Bir arkadaşları nöbetçiymiş tepede. Bunlar on arkadaş geliyorlar. Onlara demişler ‘Açsanız yanımızda ekmek var size verebilirim.’ Onlar da yeriz demiş. Ekmeğin içine zehir katmışlar. Orada bir dere geçiyor, İsmailağa Deresi diyorlar. Oradan geçiyorlarken askerler orada saklanıyorlarmış. Bunlar ekmeği yedikten sonra zehirleniyorlar, kalkamıyorlar.
Kalkmaya çalışıyorlar, her biri 5 metre gidip, düşüyorlar. Yürüyemiyorlar. Düştükten sonra bunları tarıyorlar. Zaten zehirlenerek öleceklermiş, taradıktan sonra ölmüşler. On arkadaş şehit düşüyor. Ondan sonra askerlerin komutanı geliyor. Diyor ki benzin getirin bunları yakalım. Askerin biri de diyor ki komutanım zaten taramamıza bile gerek yoktu zaten ölüyordular. Taradık artık niye yakıyoruz. Komutan demiş sen onları destekliyorsun. On tane arkadaşı üst üste koyuyorlar benzini döküyorlar. Yakıyorlar, sonra da o askeri de içine atıyorlar. Askerde beraber yanıyor. Şimdi toplu mezardır. Biz alamadık onları bütün yanmış. Bir hafta orada kalıyorlar, düz bir ovadır. Köylüler savcılığa başvuru yapmış; demişler çocuklarımızın huzuru bozuluyor, hani hayvanları otlatmaya getiriyorlar. Biz bunları buradan kaldırmak istiyoruz. Savcı götürebilirsiniz, izin veriyorum demiş. Köylüler ’Biz gelip kaldırmaya gittik hep yanıp kül olmuştu,’ diyor. Kaldıracak bir şey yoktu. Ondan sonra üzerine toprak dökmüşler, etrafına da taş duvar örmüşler. Böyle anıt gibi yapmışlar, toplu mezardır. Orada duruyor.”

Suriçi’de sokağa çıkma yasakları ardından paylaşılan fotoğraflar hiç de iç açıcı değil. İnsanlara yapılan eziyetler yanında, tarihi mekanların delik deşik görüntüleri can sıkıcı. Yüzlerce yıl ayakta kalmayı başarmış tarihi mekanlara nasıl bu denli zarar verilebilir? Suriçi dünya tarihinin insanlığa bir mirası. Kadim kültürlerin merkezi konumunda. Bazalt taşlı evleri, kuçeleri, kültür merkezi olarak kullanılan mekanları, kiliseleri, camileriyle ender yerlerden biri. Bir de toplu konut çirkinliği... Bırakın da oralar doğal haliyle kalsın, toplu konutları Suriçi’den uzak tutun. Sit alanı... Son günlerde Suriçi’de kötü olaylar cereyen ediyor. Tarihi dokuya yapılanlar terör değil de nedir? Batı böylesi yerlerde flaşlı fotoğraf bile çekmeyi yasaklarken, resmi güçler duvarları delik deşik etmekte bir sakınca görmüyor.

90’lı yıllardan sonra aradan geçen onlarca yıl devlet politikalarında bir şeylerin değişmediğini gösteriyor. Beyaz toroslardan söz açılıyor. Herkesin ağzında barış sözcüğü var, ama insanlar kutuplaştırıldı. Yaşadığını, nefes aldığını söyleyen herkesin topyekûn gerçek barışı inşa etmesi elzem ve acil olarak önümüzde duruyor. Irkçılığa dur demek için, emek için, demokratik haklar için, eşit insanlık için, sömürüye son vermek için kutuplaşma değil, birlikte olmak gerekiyor. Geçmişi unutmayalım, ama yeniden de yaşamayalım.

Suriçi’deki tarihi mekânlara bir baksanız, geçmişte nasıl birlikte yaşamışlar hayal edebilirsiniz.

İşte; Ulu Cami, Nebi Cami, Dört Ayaklı Minare, Behram Paşa Cami, Safa Cami, İskender Paşa Cami, Bıyıklı Mehmet Paşa Cami, Hazreti Süleyman Cami, Melek Ahmet Cami, Ömer Şeddad Cami, Hadım Ali Paşa Cami, Hasan Paşa Hanı, Deliller Hanı, Mar Petyum Keldani Kilisesi, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi (Mor Yakup), Saint George Kilisesi, Surp Sarkis Kilisesi, Protestan Kilisesi, İçkale, Dış Kale, Burçlar, Ben û Sen Burcu, Yedi Kardeş Burcu, Keçi Burcu, Diyarbakır Evleri, Diyarbakır Sokakları (Kuçeler) ve Dicle Köprüsü (On Gözlü Köprü) ile tarihi ve kültürel dokularındaki çeşitlilik kimseye bir şey anlatmıyor mu? O yüzden de bir taşına dahi zarar gelmemesi gereken bir yerdir Suriçi.