2011 baharında Suriye’nin Dera şehrinde ilk gösteriler başladığında, bu küçücük ülkenin ABD destekli cihatçı çeteler karşısında bir-iki haftada yıkılıp gideceği düşünülüyordu ki, Suriye’nin direneceğini söyleyen az sayıdaki kişiye neredeyse ‘deli muamelesi’ yapılıyordu. Ortadoğu’yu en iyi bilen gazeteci Hüsnü Mahalli bile, bu saldırılardan nasibini fazlasıyla almıştı.

O zaman ‘Baasçılık’ Türkiye’de bir küfür gibi ağızdan ağıza yayılıyor, bu sırada elbette ‘Kemalizm’ de asla unutulmuyor ve Baasçılığın ‘Suriye’nin Kemalizmi’ olduğu iyice vurgulandıktan sonra, nasıl bu ülkede ‘2002 senesinde millet nihayet iktidara geldiyse’, Suriye’de de ‘Müslümanların Baas iktidarını yıkacağı’ ve ‘kutlu dava’nın ‘orada da zafer kazanacağı’ müjdeleniyordu.

Oysa Suriye, Arap ülkeleri arasında ‘laiklik’ ve ‘sekülerliğin’ ayakta olduğu, Ermeni, Ezidi, Hıristiyan gibi dinsel azınlıkların oksijen alabildiği tek ülke, ABD ve İsrail politikalarına geleneksel biçimde karşı tavır almış ve direnmiş birkaç ülkeden de biriydi. Aslında, en başından beri ‘asıl dert’ de buydu.

Tunus, Libya, Mısır ve diğer ülkelere ‘bahar’ getiren ABD, Suriye’yi ‘küçük lokma’ olarak görüyor, İngiltere, Fransa ve diğer ‘Batılı demokratik ülkeler’, devlet başkanı Esad’a ‘kaçması için’ ülke ‘beğeniyor’ ve Orhan Pamuk gibi yazarlara ‘kaçmazsa öldürüleceğini’ edeb-i lisanla bir güzel ‘bildiriyor’du.

Elbette her normal devlet başkanı ve onurlu insan gibi Beşar Esad hiçbir yere kaçmadı. Kuzey’de Kürtler ile anlaştı, Şam’ı esas alan bir ‘direniş stratejisi’ oluşturdu. Kürtler’e ‘cihatçı işgal defedildikten sonra’ bazı garantiler verildiği, PYD ve bugün SGD adını alan oluşumun 7 yıllık iç-savaş boyunca Şam’a açıkça tavır almamasıyla da anlaşılıyor.

Suriye halkı ve ordusu, 2011 Dera gösterilerinden itibaren dünyanın her yerinden gelmiş, yüz binlerce ruh hastası, sapık ve ‘cennet hayali’ gören psikopatla savaştı. Bu savaşta ruh hastalarının elinde füzeler, toplar, en gelişmiş teknolojik silahlar vardı. Kaç bin çocuğu ve kadını kestiler, bilinmez (Bugün hâlâ ve her an Suriye topraklarından ‘toplu mezarlar’ fışkırıyor). Savaş, iç-savaş falan değildi aslında, uluslararası bir savaş, tarihte az görülen bir ‘işgale karşı direniş’ örneğiydi.

Suriye ordusu ve halkının yorulduğu yerde, Hizbullah, İran ve Rusya yardıma geldiler. Bu güçler, tümüyle resmi Suriye hükümetinin davetiyle ‘teröre karşı savaşmak’ için Suriye topraklarında üstlendiler. Hizbullah ve İran özellikle IŞİD ile çatışmalarda onlarca generalini kaybetti. Rusya hava saldırılarıyla IŞİD’in tüm merkezlerini haritadan sildi. Rus Genelkurmay’ına göre, sekiz yüz binden fazla cihatçı militan ‘hava bombardımanı’ sonucu öldürülmüştü.

Suriye’de ‘rejimi değiştirmek’ ve ‘Müslüman Kardeşleri’ iktidara getirmek isteyen ABD, sahadaki güçlerin tümünün IŞİD’leşmesi sonucunda IŞİD’in hedefi oldu. Bir Amerikalı gazetecinin de naklen ‘başının kesilmesi’ bardağı taşırdı. Kendi beslediği yılan tarafından sokulan, Suriye hükümetince zaten gücü kırılmış IŞİD’e karşı onlar da bir ‘koalisyon’ kurdular. Bu ‘koalisyon’un her ne kadar Suriye’de ‘boş çölleri bombaladığı’ ve böylece ‘IŞİD’e nefes aldırdığı’ söylense de, neticeten ABD ve ‘batı’, ‘rejim değiştirme’ hayalinden artık vazgeçmiş görünüyordu.

Trump iktidara geldikten sonra, Obama’yı ‘IŞİD’i kurmak’ ile suçladı ve birkaç gün evvel de ‘Suriye’den en kısa zamanda çekileceğiz’ deyiverdi. Bu açıklama sonrası o ‘eski tezlere’ geri dönebiliriz; emperyalizme direnilebilir, o yenilebilir. Herkes teslim olmak zorunda değildir. Emperyalizm, propaganda araçları ve silahlarıyla dev bir güç olsa da, halkların direnişi esas olandır.

‘Arap Baharı’? O en başından beri, Ortadoğu’da ezilen halklar, demokratik ve seküler güçler, azınlıklar adına ‘kara bir kış’tı. Şimdi Suriye’yi ‘demokratik bir Anayasa’ yapma, Kürtler ve diğer azınlıkları ‘eşit yurttaşlığa’ kabul eden yepyeni bir siyaset oluşturma bekliyor.