Böyle bir ortamda toplanan Tahran Zirvesi ve açıklanan Zirve Bildirisi, oyun kurucu Rusya’nın tam denetimi altında gerçekleşti. Aradaki sorunlar öteleniyormuş gibi yapıldı ama öyle olmadı. Henüz Zirve’den önce İdlib’e dönük hava bombardımanı gerçekleştiren Rusya, zirve sırasında da Suriye uçaklarıyla birlikte benzer operasyonlara girişti

Suriye düğümü İdlib’de çözülecek

Oğuz Oyan - Emekli Öğretim Üyesi

Cenevre sürecini Rusya inisiyatifiyle sürdürmenin paralel bir yöntemi olan Astana süreci, Rusya’nın öngördüğü şekilde devam ediyor. Rusya, Türkiye ve İran’ın garantörlüğünde devam eden, Suriye’nin işgali sorununa çözüm üretmeyi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini sağlamayı, ülkeyi cihatçı terör örgütlerinden temizlemeyi hedefleyen bu süreç bugünlerde hızlanmış bulunuyor. İlki Soçi’de 22 Kasım 2017’de toplanan liderler zirvesinin üçüncüsü, Ankara durağından sonra, Tahran’da 7 Eylül 2018 tarihinde gerçekleştirildi.

Dördüncüsü için de adres olarak Moskova belirlendi. Eğer yılsonuna kadar yeni bir zirve toplantısı daha yapılabilirse, yaklaşık bir yılda dört zirve gerçekleştirilmiş olacak ki bu sıklık diplomatik anlamda çok hızlı ve yoğun bir trafik anlamına geliyor.

Tahran Zirvesi: Sağırlar diyaloğu
Önceki gün toplanan son zirve bir bakıma bir “sağırlar diyaloğu” biçimindeydi: Herkes kendi konumunu koruyarak geldi ve gitti. Bu nedenle zirve bildirisi kaçınılmaz olarak muğlaktı. Bildiride nelerin yer aldığından daha önemlisi nelerin yer almadığı veya alamayacağıydı. Örneğin bir diplomasi garabeti olarak RTE tarafından son dakikada getirilen “ateşkes” önerisi ısrarla tekrarlanıp bir de bunun bildiri metnine eklenmesi talep edilince, Putin tarafından “Burada silahlı gruplar yok; El Nusra, IŞİD bu toplantıya katılmıyor; biz teröristlerin yerine konuşmuyoruz; onların silahlarını kullanmayacaklarını söyleyemeyiz” şeklinde sert bir karşılık bulmaktaydı.

Üçlü zirvelerin görünmez ortağı hep Suriye devleti oldu. Onu esas olarak Rusya temsil etti. İran da kısmen bu rolü oynamaya çalıştı. Aslında bu resimde yeri yadırganan ülke Türkiye idi. Suriye Devleti’nin topraklarına silahlı cihatçı çeteleri musallat eden ülkelerden biriydi, hatta en büyük pay sahiplerindendi. AKP Türkiye’si, Suriye devletini parçalamaya çalışan silahlı çetelere şimdiye kadar dolaysız/dolaylı destek vermiş ABD, İngiltere, Fransa, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve bölgenin diğer Arap ülkelerinin yanında aktif olarak yer aldığı gibi, halen de Esad iktidarının yıkılması hedefinden resmen vazgeçmemiş ender ülkelerden biriydi. Peki, bu süreçlerde, bu zirvelerde işi neydi?

Aslında AKP Türkiye’sinin bu çelişkili konumu, başlangıçtaki büyük hesap hatalarının, bunların sonucunda ortaya çıkan siyasi hezimetlerin, göçlerle simgelenen toplumsal altüst oluşların ve nihayet Kuzey Suriye’de başına açtığı yeni sorunların doğurduğu çaresizliklerin bir neticesiydi. Bununla birlikte AKP iktidarının gönlü halen de Esad-karşıtı cephenin yanında. Ancak Suriye’de girdiği çıkmazdan çıkış için ABD’den tam bir destek görmüyor, oyalanıyor. Zevahiri kurtarmak için Suriye’de giriştiği askeri operasyonları, arayı düzelttiği Rusya’nın izniyle yapabiliyor. Mecburen diplomatik olarak da Rusya’nın kapısını aşındırıyor, Astana sürecinin içinde yer almaktan başka çare göremiyor. Ama bir ip cambazı gibi oynamaktan da vazgeçmiyor, Suriye politikasını şimdilerde Avrupa ülkeleriyle çakıştırma gayretine ivme veriyor.

AKP rejimi, Tahran’a bu denge hesaplarıyla ve zaman kazanmak için, İdlib’deki nihai hezimeti geciktirmek için gitmişti. Çünkü İdlib’de Suriye Devleti’nin egemenliğinin sağlanması demek, AKP’nin şimdiye kadarki bütün Suriye politikasının çökmesi demekti. İşgalcilerin İdlib’den kovulması demek, sıranın Afrin ve Batı Fırat’a (El Bab ve Cerablus’a) gelecek olması demekti. İdlib’in tedhişçi gruplardan boşaltılması demek, Türkiye’ye yeni bir göç dalgasının vurması ve belki de on binlerce silahlı cihatçının Türkiye sınırlarından sızması demekti. (Bunların ne kadar gerçekçi olduğu ise ayrı bir meseledir; Halep için de benzer yaygaralar koparılmış ama “beklenen” gerçekleşmemiştir). Her durumda, bu olasılıkların kısmen gerçekleşmesi bile, gündemdeki yerel seçimler öncesinde ağır siyasi faturalar anlamına gelebilecekti. Aslında AKP iktidarı için olduğu kadar diğer Cihatçı-severler açısından da büyük bir yenilginin son perdesi oynanmak üzere olduğundan herkes zevahiri kurtarmak peşindeydi. O nedenle Rusya Suriye’nin de sözcüsü rolünü oynarken, AKP Türkiye’si Tahran’da Batı’nın sözcüsü rolünü oynamaya hevesli bir görüntüdeydi.

ABD ve Batı’dan ayrıldığı tek nokta, Kuzey Suriye’deki PYD özerklik alanına şiddetle karşı çıkışıydı. Burada Türkiye’ye beklenenden daha net bir destek İran’dan geldi. İran diplomasisi, Türkiye’yi masada tutmak, İdlib’de ödüne daha kolay ikna etmek ve bir NATO üyesi olarak ABD yanında saf tutmamasını sağlamak için Suriye’nin siyasi bütünlüğüne her zamankinden daha fazla vurgu yaptı. Kuşkusuz bunun arkasındaki asıl neden, şu zamanlarda İran’ı tehdit eden bir emperyalist güç olarak ABD’nin Suriye’deki varlığını “kanunsuz” (davetsiz) olarak vurgulayıp buradan çıkarılması baskısını ana politika eksenine dönüştürmesiydi. (İşin ironik tarafı, Türkiye de Suriye’ye meşru iktidarın daveti üzerine girmemişti).

suriye-dugumu-idlib-de-cozulecek-508245-1.
Türkiye’nin ABD-Rusya arasında ip cambazlığı yapmaktan daha iyi bir çözümü vardır: Başından beri yapması gerekeni yapmak ve Esad iktidarı ile barışçı bir ilişki kurmak. Hemen sonrasında da Suriye’den anlaşmalı bir biçimde çekilmek. Gerçi cihatçı gruplarla şimdiye kadar kurulan ilişkilerden birdenbire vazgeçmenin de bedelleri olacaktır. Buna rağmen böyle bir geri çekiliş tek gerçekçi ve akılcı çözümdür. Ama sorun şu ki, AKP iktidarının bu özellikleri taşıdığı şüphelidir.


Böyle bir ortamda toplanan Tahran Zirvesi ve açıklanan Zirve Bildirisi, oyun kurucu Rusya’nın tam denetimi altında gerçekleşti. Aradaki sorunlar öteleniyormuş gibi yapıldı ama öyle olmadı. Henüz Zirve’den önce İdlib’e dönük hava bombardımanı gerçekleştiren Rusya, zirve sırasında da Suriye uçaklarıyla birlikte benzer operasyonlara girişti. Çünkü, bu operasyonlara Zirve sonrasında başlanması, Zirve’ye nazire gibi gözükebilecekti; ayrıca, Zirve ile eşanlı operasyonlarla bir kararlılık gösterisi de yapılıyor ve İdlib’i işgalci cihatçılardan temizlemekten başka çözümün olmadığı hem sürecin “ortağı” Türkiye’ye hem de onunla aynı kampta yer alanlara kuvvetle gösterilmiş oluyordu.

Bölge daha büyük çatışmalara mı gebe?
İdlib’in “kaybı”, ABD ve peşindeki güçler açısından da hazmedilmesi kolay olmayan bir hezimet olacak. Daha doğrusu, yaşanılan hezimet sürecinin müstehcen bir biçimde ve aniden açığa çıkması anlamına gelecek. O nedenle, “Suriye kimyasal silah kullanırsa müdahale ederiz” bayat bahanesine sarılmak için bir süredir kamuoyu oluşturmak peşindeler. Ama yalan makinelerini aralıksız çalıştırmakla da yetinmiyor olabilirler; geçmiş deneyimler, taşeron cihatçı örgütlere bir kimyasal saldırı provokasyonu siparişi verilebileceğini uzak bir olasılık olarak göstermiyor. Şimdiden sahada bunun bazı ipuçları da ortaya çıkmış görünüyor.

Bu arada ABD Başkanı D. Trump’a karşı artık kendi eski takımının da dâhil olduğu, bu arada liberal medyanın işbirliğiyle de dozu arttırılmış görünen saldırıların istenen veya istenmeyen sonuçları olabilir. Bunlardan biri de, Trump’ı, tıpkı 2017’de olduğu gibi ama bu defa daha radikal bir biçimde (yani Rusya ile çatışmayı da göze alarak) Suriye’ye müdahaleye zorlamak olabilir.

Doğu Akdeniz’deki ABD ile Rusya donanmalarının bir süredir giderek arttırılan güçleri dikkate alındığında, mantıklı karar alma yetenekleri sorgulanan bir ABD başkanının, askeri-sınai kompleksin dayatmaları ve iç politika sıkıştırmalarıyla iyice dengesizleşerek bir çılgınlığa sürüklenmesi büsbütün olasılık dışı mıdır?

Şu gerçeği de unutmayalım: Bölgedeki ABD koalisyonunun provokasyonlarla, anlık “cezalandırma” operasyonlarıyla sonuç almasının artık pek zor olduğu bir aşamaya gelinmiştir. Çünkü Rusya, artık Suriye’de belirleyici güç konumundadır; Suriye rejimi ve ordusu da üflesen yıkılacak durumda değildir. Eğer ABD’nin başını çektiği koalisyon, Rusya ve Suriye’nin İdlib’i temizleme operasyonuna göstermelik bir tepki vermekten öteye giden bir müdahale amaçlayacaksa, bunun Rusya ile en azından dolaylı bir çatışmayı göze almadan gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Şimdilik güçler caydırıcılık unsuru olarak sahadadır; ama hava sahasının kontrolü üzerinden mevzii sıcak çatışmalar gündeme gelirse iş büyüyebilir. Avrupa ülkelerinin bazıları da bu çatışmalarda varlık gösterme hevesine kapılabilir.

İşte Rusya’nın bir NATO ülkesi olan Türkiye’yi Astana çözüm süreci içinde tutmaya bu denli gayret göstermesinin bir nedeni de buradadır. Gerçi AKP’nin bu tür olasılıklarda hemen ait olduğu Batı kampına doğru çark edeceği çok açıktır; ama Rusya’ya (ve İran’a) karşı doğrudan bir askeri hasım konumuna geçmemesi sağlanabilirse, bu da Astana sürecinin başarı hanesine yazılacaktır. Rusya ve İran’ın, PYD/YPG özerk bölgesi konusunda, ABD’nin aksine, Türkiye’nin duyarlılığını dikkate alan tutumları da benzer sonuçları almaya yöneliktir.

Bütün bu olasılıklar not edildikten sonra, ABD’nin İdlib üzerinden bir bölgesel savaş çıkarmaya kalkışacağını düşünmek gene de akla yakın gelmemektedir. İdlib’deki cihatçı unsurların sadece Suriye’yi değil, Rusya (Çeçen kökenliler) , Çin (Uygur cihatçılar) ve Orta Asya ülkelerini (Özbekistan ve Kırgızistan başta olmak üzere) tehdit ettiğini, bir bölümünün ise Avrupa ülkeleri için terör saldırısı riski yarattığını düşününce, İdlib’in temizlenmemesini savunmanın daha geniş bir cepheyi karşıya almak gibi sonuçları da olacaktır. Mevcut koşullarda Batı emperyalizmi, İdlib’i, Suriye üzerine daha büyük bir pazarlığın unsuru olarak ele almaya daha hevesli olacaktır. (Bunun için başarısız bir deneme de yapmış gözükmektedir). Rusya’nın burada vereceği bazı ödünler de olabilir ve bunu özellikle hazırlanacak Anayasa, Kuzey Suriye’nin geleceği ve Suriye’nin yeniden imar faaliyetlerinin bölüşümü üzerinden yapmaya niyetlenebilir.

Türkiye’nin zararının siyasi bedeli olmayacak mı?
Türkiye, AKP’nin Suriye politikalarının asıl kaybedenidir. Şimdi bunun siyasi bedelinin iktidardaki partiye ödetilip ödetilemeyeceğini tartışmanın zamanı gelmiştir.

Tahran Zirvesi’nde RTE gene kendisini aldatılmış hissedenler arasında saymayı ihmal etmedi, “Gerginliği azaltma bölgeleri tasfiye edildi, sadece İdlib kaldı; kendilerini aldatılmış hissedenler var” dedi. Bir kere Türkiye’yi böyle bir çaresizlik içine düşürenler bunun hesabını vermelidir. İkincisi, dış politikada öngörü gücünü tamamen yitirmiş, kendi Osmanlıcılık hayalleri ve İhvancı ideolojik saplantıları doğrultusunda ülkeyi ve insanlarını sonu hüsranla biten maceralara sürüklemiş olanların bu ülkeyi yönetme ehliyetine sahip olmadıkları açığa çıkmıştır; bunun gereği, iktidarı istifaya zorlamaktır.

RTE, basın toplantısında bir soruya, “ Sekiz yıllık sorun bir günde çözülmez, ama başkaları gibi yan gelip yangını seyretmek yerine elimizi taşın altına koyuyoruz” şeklinde yanıt veriyordu. Peki, komşudaki yangına körükle destek verenler şimdi o yangının kendi ülkelerine sıçramasının sorumluluğunu taşımayacaklar mı?
AKP’nin 2012 sonrasında giriştiği Suriye macerası, büyük hesap hataları sonucunda çökmüş durumdadır. AKP, şimdiye kadar hiçbir iç ve dış politika hatasının siyasi bedelini ödememiştir. Bu nedenle, yanlışlarından öğrenme süreci aksamış, sürekli olarak yeni yanlışlara savrulmuştur.

Bugün bile Türkiye’nin ABD-Rusya arasında ip cambazlığı yapmaktan daha iyi bir çözümü vardır: Başından beri yapması gerekeni yapmak ve Esad iktidarı ile barışçı bir ilişki kurmak. Hemen sonrasında da Suriye’den anlaşmalı bir biçimde çekilmek. Gerçi cihatçı gruplarla şimdiye kadar kurulan ilişkilerden birdenbire vazgeçmenin de bedelleri olacaktır. Buna rağmen böyle bir geri çekiliş tek gerçekçi ve akılcı çözümdür. Ama sorun şu ki, AKP iktidarının bu özellikleri taşıdığı şüphelidir.

Sürüklendiğimiz ikilem şudur: Bir yanda Türkiye’nin zararının daha fazla büyümemesi için Suriye devletiyle barış yönünde adım atılması zorunluluğu; öbür yanda AKP iktidarının uğrayacağı ideolojik/siyasi zararın üstlenilmemesi adına Esad rejimiyle kavgaya devam edilmesi. Ülkenin çıkarları hiç bu kadar bir siyasi partinin çıkarlarıyla çatışmamıştı.