Bir önceki başbakan Ahmet Davutoğlu, 23 Şubat 2016’da El Cezire televizyonuna konuk olmuş, Türkiye’nin Suriye’de “muhaliflere” yeterince destek verip vermediği ve kınama yayınlanmaktan başka ne yaptığı sorusuna övünerek şöyle yanıt vermişti:

“Eğer bugün rejim ülkenin tüm topraklarını kontrol edemiyorsa, Türkiye’nin ve diğer bazı devletlerin desteği sayesindedir. Eğer geçen hafta Rusya’nın DAEŞ’i hedef almadan Tel Rıfat, Halep ve Azez’e 500 uçuşla yaptığı ağır bombardımana rağmen Suriye halkı hâlâ oradaysa ve topraklarını savunuyorsa, bizim desteğimiz sayesindedir. Biz bu desteğe devam edeceğiz. Yani sadece kınamıyoruz, onları destekliyoruz.”

Bu, “yeni-Osmanlıcılık” adı altında komşu bir ülkeye yönelik olarak izlenen yıkım siyasetinin, o ülkenin egemenliğini ihlal etmenin, rejimini değiştirmeye çalışmanın ve bunun için silahlı grupları desteklemenin en yetkili ağızlardan biri tarafından ve en açık bir şekilde itiraf edilmesiydi.

Sahiden de, -bundan birkaç yıl öncesine nazaran biraz daha toparlanmış olmakla birlikte- bugün Suriye parçalı ve toprak bütünlüğünü yitirmiş bir görünüm arz ediyorsa, bunda ABD ve petrol şeyhlikleriyle birlikte en büyük sorumluluğun yeni-Osmanlıcı dış politika olduğunu belirtmek durumundayız. Kamplarda yetiştirilen cihatçılar, açılan sınırlar, verilen lojistik destek, milyonlarca dolar, tonlarca silah, cihatçılar Suriye şehirlerini birer birer düşürdüğünde İstanbul camilerinde dağıtılan lokumlar… Koca bir ülke böyle paramparça edildi, milyonlar yaşamını yitirdi, milyonlar mülteci oldu, evini barkını terk etti, bitimsiz bir sefaletin içine sürüklendi.

Davutoğlu’nun gidişiyle birlikte Suriye’ye yönelik bu yıkım siyasetinin değişeceği yönünde, katılmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığı bir beklenti içerisine girilmişti. Katılmak mümkün değildi, çünkü bu beklenti yeni-Osmanlıcılığın Davutoğlu’nun şahsi projesi olduğu iddiasından kaynaklanıyordu. Oysa Suriye’nin yeni-Osmanlı’nın “lebensraum”u, yani “yaşam alanı” olduğuna, Osmanlı’nın Suriye’nin fethiyle yeniden kurulacağına ve hilafetin yeniden tesis edilebileceğine en az Davutoğlu kadar Erdoğan da inanıyordu.

Üstelik bu öyle bir inançtı ki, Batı’yla ara bozuldukça jeopolitik düzlemde giderek Suriye’nin müttefikleri Rusya’ya ve İran’a yanaşılmasına rağmen, Suriye siyasetinde hiçbir şekilde köklü bir değişiklik meydana gelmedi; bilakis “katil Esed” söylemi ve emperyal ihtiraslar devam ettirildi. Öyle ki, IŞİD bahanesiyle “Fırat Kalkanı” adı altında Suriye topraklarına girildi ve Cerablus’ta yeni-Osmanlı’nın korumasına tabi fiili bir ÖSO devletçiği kuruldu.

Bugün örneğin ABD’ye gayet haklı olarak “Suriye’ye IŞİD’le mücadele için geldiyseniz, IŞİD bitirildiğine göre neden Suriye topraklarından çıkmıyorsunuz” sorusu sorulabiliyorsa, aynı soru yeni-Osmanlıcılara da sorulabilir: “Eğer Fırat Kalkanı’nı IŞİD’i temizlemek için yaptıysanız ve bunu başardıysanız, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduğunuzu da iddia ediyorsanız, neden kontrol ettiğiniz toprakları Suriye devletine bırakıp çıkmıyorsunuz?”

Bu soru cevapsız kalacaktır, çünkü yeni-Osmanlıcılık açısından Suriye’nin toprak bütünlüğü bir demagojiden ibarettir ve öncelikli hedef hâlâ Suriye’de rejimin değiştirilmesi, bunun için de ülke topraklarının bir bölümünün ÖSO adlı başıbozuklarla birlikte kontrol altında tutulmasıdır. Tam da bu nedenle Zeytin Dalı’nın Suriye’nin toprak bütünlüğü için yapıldığı iddiası bir safsatadan ibarettir, hedef parçalanmış bir Suriye’de, yeni-Osmanlı’nın kontrolünde İslami bir devlet kurmak ve bunun sınırlarını Şam yönetimini devirene kadar genişletmektir.

Zaten tam da bu nedenle iş bilmez muhalefetin “Suriye’yle görüşün” çağrılarının hiçbir karşılığı yoktur ve Suriye de bu farkındalıkla hareket etmektedir. Yapılan anlaşma neticesinde Afrin’e milislerin sokulması da Şam yönetiminin kendi toprak bütünlüğüne yönelik öncelikli tehdidin yeni-Osmanlıcılıktan geldiğini bilmesinden kaynaklanmaktadır. Suriye, yeni-Osmanlıcılığın Suriye’de kontrol ettiği toprakları genişleterek ABD’yle yeni bir pazarlık düzleminde buluşmayı ve kendisine yönelik saldırganlığı devam ettirmeyi amaçladığının farkındadır. Son Tillerson ziyareti ve Doğu Guta’da yaşananlara dair yürütülen kara propaganda ise bu farkındalığın haklı olduğunu göstermektedir.

Netice itibariyle, kendi bağımsızlığını savunmak, başka ülkelerin de bağımsızlığını savunmaktan geçer. Emperyalizme karşı durmak, emperyalizmin başka ülkelere müdahalesine de karşı durmaktan, onlarla ortaklık kurmamaktan geçer. Kendi toprak bütünlüğüne halel gelmemesini talep etmek, başka ülkelerin toprak bütünlüğüne de müdahale etmemeyi gerektirir. Durum budur.