Suriyeli karşıtlığının yarattığı çürümeden rahatsız olanlar, bu karşıtlık içindeki kesimlere "gizli ırkçı” diye öfkelenerek onlarla köprüleri atmamalı, tersine bu kesimlere kayıpların asıl sorumluları ısrarla hatırlatılmalı. Kayıpları yaratan koşullara karşı da ortak bir siyasal mücadele geliştirmenin yollarını bulmalı.

Suriyeli karşıtlığını ‘içeriden’ çözmeli

CENK SARAÇOĞLU*

Her yerde ve her gün karşımıza çıkıyorlar; çoklar; nasıl tepki vereceğimizi bilemiyor, nereden başlayacağımızı kestiremiyoruz. Bir toplu taşıma aracında, bir hastane sırasında, oturulan bir kafedeki/kahvehanedeki yan masada, gündüz iş yerinde, yazın yazlıkta, kışın mahallede. Her yerdeler.

Suriyelilerden değil, ülkenin bütün sorunlarının vebalini sığınmacılara yükleyen Suriyeli karşıtlarından bahsediyorum. Herhalde Türkiye’de hiçbir yabancı düşmanlığı biçimi kendisini bu kadar yaygın, bu kadar “kemiksiz”, bu kadar cüretkâr bir şekilde göstermemişti. Öyle ki Suriyeli karşıtlığının varlığı gündeme geldiğinde artık kimse diğer düşmanlık biçimlerinin inkârı için seferber edilen “bizde ırkçılık olmaz”; “etle tırnak gibiyiz aslında”; “tepki hepsine değil, bir kısmına” gibi savunmalara geçme gereği de duymuyor. Suriyeli karşıtlığı önünde hiçbir “siyaseten doğruculuk” filtresi olmaksızın toplumun her hücresine sinsice değil, gözümüzün önünde, aleni bir şekilde yayılıyor. İşin en vahim ve aynı zamanda can alıcı boyutu ise bugün Türkiye’de eşitlik fikrine en duyarlı, mevcut adaletsizliklere karşı net tavır alabilen ve şoven yönelimler karşısında birlikte hareket edip, direnç gösterebilen kesimler arasında bu karşıtlığın kendisini çeşitli biçimleriyle ifade edebilmesi. Temmuz 2019’da Kadir Has Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, “Suriyelilerden memnuniyetsizliğin” kendisini en çok siyasal iktidarın baskıcı politikalarından rahatsız CHP ve HDP seçmenleri arasında gösterdiğini ortaya koyuyordu.

Suriyeli Karşıtlığına Nasıl Bakmamalı!

Bu durum, Suriyeli karşıtlığının, Türkiye’deki diğer yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık biçimlerinden nitelikçe farklı olduğunun ve farklı bir bağlama yerleştirilmesi gerektiğinin bir göstergesi olarak ele alınmalı. İşe öncelikle bu konudaki basmakalıp bazı indirgemelerden uzaklaşarak başlamak gerek: Örneğin, Suriyeli karşıtlığını Türkiye toplumunun daha kuruluştan itibaren ince ince zihnine işlenmiş “ötekiye” yönelik bir ulusal hıncın tezahürü olarak değerlendirmekten kaçınmak gerekir. Bu, aynı olgunun daha “şiddetli” tezahürlerini göreceğimiz pek çok ülkeden Türkiye’yi tamamen ayrıksı kılan bir özcülüğün tuzağına düşmek olur. Üstelik bahsedilen “ulusal hıncın” tarihsel mağduru olarak görülen kesimler, örneğin Kürtler ve Aleviler içerisinde de seslendirilen Suriyeli karşıtlığının nedenlerini açıklamaz. Hem de bu konuda siyaseten ne yapılması gerektiği konusunda hiçbir şey söyleyemez; iddasının aksine pratikte yabancı düşmanlığını sıradanlaştırır. Zira ortada her bulduğu fırsatta yüzeye çıkmaya meyilli bir ırkçı bilinçaltı varsa, toplumun bütününü sarıp sarmalamışsa ve bu durum herhangi bir eşitlikçi toplum arayışının önüne set çekiyorsa o zaman herhangi bir siyasal girişimi mümkün kılmayan bir kısırdöngü içerisine girilmiş demektir. Bu kısırdöngünün içinden siyaset değil, topluma ahlak ve vicdan vaaz eden karşılıksız bir moral üstünlük duygusu çıkar. Türkiye’deki Suriyeli karşıtlığı ise hem yaygınlığı hem de niteliği itibariyle salt etik ve vicdani çağrılar yaparak önüne geçilebilecek bir durum değildir.

Bir Siyasal Sorun Olarak Suriyeli Karşıtlığı

Böyle bir kısırdöngüden çıkarak meseleye “siyasal” bir çare aramaya halihazırda AKP politikalarından rahatsız geniş kesimlerin Suriyeli karşıtlığını “çözmeye” (her iki anlamıyla da çözmeye) çalışarak başlamak gerektiğini düşünüyorum. Yani, Türkiye’de siyasal iktidara muhalif ve onun yerleştirmeye çalıştığı yeni toplum düzenine karşı direnç gösteren kesimler arasındaki Suriyeli karşıtlığı hem meselenin bütününü anlamanın hem de buna dair siyasal müdahalede bulunmanın başlangıç noktası olarak görülebilir.

Bu durum Suriyeli karşıtlığının, Türkiye’ye dair esasında siyasal/ideolojik bir sorun olmasıyla ilgilidir. Bu siyasal bir sorundur; çünkü AKP iktidarının bir bütün olarak dış politikası ve özelde de Suriye politikasıyla yakından ilgilidir; ve aynı zamanda ideolojik bir sorundur çünkü bir bütün olarak toplumun genel meselelerinde, özel olarak da Suriyeli mülteciler gündeminde devreye soktuğu söylemlerden, sembollerden ve anlatılardan bağımsız değildir. Bir bütün olarak son 15 yılda inşa edilmeye çalışılan yeni toplumsal/siyasal düzenin bağrında ve ondan kaynaklı olarak ortaya çıkan böyle bir sorun, ancak bütüncül bir siyasal mücadele içerisinde ve siyasal program etrafında çözüme kavuşturulabilir. Sorun; bu siyasal mücadelenin birlikte verileceği ve Suriyeli mülteciler meselesi dahil Türkiye’deki pek çok meseleyi kamucu bir perspektifle çözmeye yönelik bir siyasal programın öncelikli taşıyıcısı olacak kesimler arasında keskin bir Suriyeli karşıtlığının yaygınlaşmış olmasıdır. “Muhalif” kesimler arasındaki Suriyeli karşıtlığına odaklanmak bu yüzden öncelikli bir gündem olarak önümüzde duruyor.

Kayıplar ve Suriyeli Karşıtlığı

Bu kesimler arasındaki Suriyeli karşıtlığının tek bir biçimi olduğu söylenemez. Öte yandan, AKP döneminde ortaya çıktığı ya da yoğunlaştığı düşünülen kayıpların alameti olarak Suriyelilerin varlığını görmek ortak bir eğilim olarak Suriyeli karşıtlığının bu kesimlerdeki bütün biçimlerinde göze çarpıyor. Uzun süredir zaten düşük ücretle çalışmakta olan bir tekstil işçisi ücretlerine beş yıldır zam yapılmıyor olmasının, patronu karşısında eski pazarlık gücünü yitirmesinin yarattığı “ekonomik kaybın” sorumlularından biri olarak yanı başında çalışmakta olan Suriyeli işçiyi görüyor. Uzun zamandır yaşadığı şehrin ve mahallenin kamusal mekânlarında eskisi gibi güvende ve rahat bir şekilde var olamadığını, bu alanların gittikçe daraldığını düşünen genç bir kadın yaşadığı “mekân/yer kaybının” tezahürlerinden birisi olarak aynı sokağa taşınan bir Suriyeli aileden bahsediyor. Siyasal iktidarın İslamcı “millet” anlayışı karşısında devletin artık kendisini temsil etmediğinden, Türkiye toplumunu bir arada tutan bağların kopma noktasına geldiğinden yakınan bir emekli memur bunun en yakıcı göstergelerinden birisi olarak her gün alışveriş yaptığı sokaktaki Arapça tabelaların olduğu dükkânı örnek gösteriyor. Suriyeliler sadece bu “kayıpların” birer göstergesi olarak değil aynı zamanda siyasal iktidar ve onun destekçileriyle aynı listenin, “kazananlar” listesinin altına yerleştiriliyor. Sosyal medyada hemen her gün bir başkasının devreye sokulduğu sığınmacılara sunulan “ayrıcalıklara” ilişkin söylentiler sayesinde “ne kadar kaybedildiği, kaybedilenin nereye gittiği ya da yerini neyin aldığı” Suriyeli üzerinden anlamlandırılıyor.

ŞEHİR EFSANELERİ VE SURİYELİLER

Suriyeli sığınmacılara atfedilen ayrıcalıklar birer şehir efsanesi olsa da bu “efsanelerin” alıcısı ve taşıyıcısı olan kesimlerin yaşadıkları ekonomik, mekânsal ve sembolik kayıplar şehrin bir gerçeği. Bugün, Türkiye’deki Suriyeli karşıtlığının ortak bir zemini olarak ortaya çıkan “kaybetme” duygusu nesnel temellere dayanıyor. Kendisine “rakip” olarak aynı işyerindeki Suriyeliyi gören bir Türkiyeli işçi gerçekten de uzun zamandır ekonomik olarak kaybediyor; patronu karşısında hızla gücünü yitiriyor. Fakat bu durum yanı başında kendisinin yarı ücretine çalışan Suriyeli işçiden değil, her krizi fırsata çevirmekte mahir patronlardan, bunun için her olanağı sağlayan siyasal iktidardan ve alttan alta uzun zamandır yürümekte olan sürece karşı yeterince örgütlenemediği için kendisinden kaynaklanıyor. Mahallesini ve/veya şehrini eskisi gibi “kendisine ait bir yer” olarak göremediği için Suriyelileri suçlayan gencin şehirde kendi kimliğiyle yaşayabileceği kamusal alanlar gerçekten de uzun bir süredir daraltılıyor; ama bu durum mahalledeki Suriyeli aileden değil kentsel müşterek alanları ya ranta çeviren ya da toplumsal olarak çoraklaştıran sermaye/devlet ortaklığından kaynaklanıyor. Ve emekli memurun şikâyet ettiği gibi, inanç ve kimlik farklılıklarını aşarak bizi “yurttaşlık” hak ve sorumluluğunda bir araya getirebilen evrensel değerler, sembolik bağlar gerçekten de hızla tuz buz oluyor; ama bu durum, dinci/milliyetçi hamaset ve düşmanlaştırmayı bir yönetim stratejisi hâline getiren ve bunu yeri geldiğinde Suriyeli mülteciler üzerinden yapmakta beis görmeyen siyasal iktidarın tahripkâr ideolojisinden kaynaklanıyor.

O halde, Türkiye’deki Suriyeli karşıtlığı, kaynakları Suriyeli sığınmacıların ülkeye gelmesinden çok önceki zamanlara dayanan “kaybetme” hissiyle iç içe geçmiş durumdadır ve bu hissin toplumsal hayatta gerçek ve nesnel temelleri vardır. Suriyeli karşıtlığını en hararetli şekilde benimseyen kesimler aynı zamanda Türkiye’deki toplumsal formasyonun siyasal, ideolojik ve iktisadi çelişkilerini toplumsal yaşamlarında en yakıcı bir şekilde hissedenlerden oluşuyor. Suriyeli karşıtlığı karşısında ne yapılması gerektiğine dair arayışlar, bu karşıtlığa zemin teşkil eden ve onu kemikleştiren “kayıp” hissiyatının Suriyeli karşıtlığında sabitlenmesinin önüne geçmenin yolları üzerinde kafa yormak durumundadır. O yüzden Suriyeli karşıtlığının yarattığı çürümeden rahatsız olanlar, bu karşıtlık içindeki kesimlere “gizli ırkçı” diye öfkelenerek onlarla köprüleri atmamalı, tersine bu kesimlere kayıpların asıl sorumlularını ısrarla hatırlatmalı ve kayıpları yaratan koşullar karşı ortak bir siyasal mücadele ekseni geliştirmenin yollarını bulmak durumundadır. Zira bu kayıp hissinin Suriyeli karşıtlığında sabitlenmesini önlemenin yolu kayıpların asıl sorumlusunun kimler olduğunu mücadele içinde görmek ve göstermektir. Bunun için henüz, düzene yabancılaşmış kendi emekçilerinin “kayıplarıyla” siyasal bir bağ geliştiremeyip onları büyük ölçüde sağ popülizmin insafına bırakmış Avrupa solu kadar geç kalmış değiliz.

2019 Mart seçimleri sürecinde, CHP’nin söz konusu kayıpların endişesini taşıyan kesimlere seslenerek, onların siyasal iktidarın yönelimleri karşısındaki güçlü reflekslerini sandığa taşıyabildiğine ve bu sayede de ülkenin en önemli metropollerinin belediye başkanlıklarını kazanabildiğine tanık olduk. Bu durum, yıllar sonra toplumun geniş kesimlerine sirayet etmiş “kaybetme” duygusunun yarattığı karamsarlığı dağıtabilmek açısından önemli. Öte yandan bu “kazanımı” Suriyeli karşıtlığıyla perçinlemeye ve popüleştirmeye yönelik eğilimler de seçimlerin hemen ardından ortaya çıkabildi. Böyle bir eğilimin, baskın hale geldiği bir durum, bahsettiğimiz kaybetme hissiyatını mülteci düşmanlığından arınmış bir siyasal hatta çekmeye yönelik arayışların baştan sakatlanmasına yol açabilir. Bu yüzden, Suriyeli karşıtlığının bizzat “muhalefetin” kurumsal temsilcileri tarafından resmen sahiplenildiği her durum karşısında güçlü bir basınç oluşturmak öncelikli bir görevdir.

Kayıplara karşı birlikte kazanmaya yönelik bir mücadeleyle, ağır sömürü koşullarında sermayenin insafına terk edilmiş, bir dış politika kartına ve iç politika hamaset malzemesine dönüşmüş Suriyeli emekçileri de içermeye başladığı noktaya ulaştığımızda tüm dünyanın kara bir lekesi haline gelen göçmen düşmanlığına karşı bu topraklardan bir cevap üretmenin gururunu yaşayacağız.

*Doç. Dr. , Ankara Üniversitesi