Yeni bir bilimsel teknolojinin ortaya çıkmasıyla açılan kapıların bizi götürebileceği yerler sınırsız. Nereye gittiğini bilmediğimiz bu karanlık odalarda önümüzü aydınlatacak tek ışık ise bilim.

Sürü bağışıklığı... Nihayet!

Salgının başından beri tekrar tekrar söylediğimiz birkaç gerçek vardı: Kısa vadede sürü bağışıklığını unutun. “Saldım çayıra Mevla’m kayıra”, bir epidemiyolojik mücadele yaklaşımı değildir. Aşıların olmadığı bağlamda, sürü bağışıklığından söz etmek, kasten kitlesel katliam yapmak ile eşdeğerdir. Bunların hepsi, bilimsel gerçeklere ayak direyen ve dolayısıyla bu önermeleri yok yere sınayan tüm ülkelerde tek tek (bir kez daha) doğrulandı. Şaşırtıcı olan bu değil. Bilimin çalıştığını (en azından bizler) zaten biliyorduk.

Ancak o dönemlerde haberler hep karaydı. Bilime kulak asmayanlar mı dersiniz, fabrika verimliliğindeki düşüşü insan hayatıyla ölçenler mi ararsınız, komplocular mı istersiniz, hayatında ilk defa duyduğu terminolojiyle bilim insanlarına bilim anlattığını sananlar mı dersiniz… Hepsi vardı. Hâlâ da varlar elbet; ancak bu defa rüzgârın yönünde tersine dönüş de var:

Ben bu satırları yazarken, dünya genelinde aşı konusunda gelişme üzerine gelişme yaşanıyor. ABD ve Kanada gibi ülkeler çoktan 1 değil, 2 ayrı mRNA aşısını onayladı, on milyonlarca dozu garanti altına aldılar ve ülkelerinde bu aşıları yaşlılar ve sağlık personeli gibi en yüksek risk altında olan gruplara uygulamaya başladılar. Henüz ülkelerdeki aşılama oranlarına yönelik veriler ham, yeterince organize değil ve kısıtlı; ancak daha aşıların ilk birkaç gününde gelen verilere göre, başta İsrail, ABD, İngiltere, Rusya ve Kanada olmak üzere Dünya’nın yüzde 0.04’ü, yani neredeyse 3 milyon insan aşılandı bile! Şöyle düşünün: Çin’deki ilk vakanın bildirilmesinden dünya çapında 3 milyon vakaya ulaşmak için neredeyse 4 ay geçmişti! Daha birkaç günde bu kadar insanı aşıladık bile ve bu sadece hızlanacak.

Salgın başından beri söylediğimiz bir diğer şey de şuydu: “Aşılar çıksın, en çok biz sürü bağışıklığından söz edeceğiz, söz!” Şimdi, o sözü tutma vakti geldi ve bu iyi haber!

Sürü bağışıklığı işin başı

İnsanı hayvandan ayırmaya yönelik umutsuz çabanın dile yansıması olarak “toplum bağışıklığı” ismiyle de anılan “sürü bağışıklığı”, bir türün popülasyonun yeterince büyük bir kısmında bir salgın etmenine (mesela SARS-CoV-2 virüsüne) karşı savunma tepkisini sağlayacak moleküllerin (antikorların) bulunması, dolayısıyla virüsü taşıyan kişilerin temasa geçtiği insanların ezici çoğunluğunun hâlihazırda bağışıklığa sahip bireyler olması, buna bağlı olarak da virüsün artık yayılabileceği bir oyun alanı bulamayarak evrimsel yok oluş yolağına girmesidir. Bu dramatik tanımın karşılığı olan “sürü bağışıklığı oranı”, orijinal üreme sayısı 2-3 civarında olan SARS-CoV-2 gibi virüsler için yüzde 66 civarındadır. Daha önceki yazılarımda da anlattığım gibi, bu orana erişmek işin sonu değil, işin başı. O noktada artık salgın hızla yavaşlamaya başlıyor ve antikorlara sahip bireylerin oranı yüzde 90 civarına ulaştıktan sonra virüs, artık daha fazla yayılamayarak, nihayetinde yok oluyor (ya da popülasyondaki çok kısıtlı bir alt grup içerisinde yayıldığı için artık “salgın”, en azından “pandemi” demek mümkün olmuyor). Bu da pandeminin sonu demek.

Aşılar sayesinde, hastalığa yakalanmaksızın bağışıklık kazanan kişilerin sayısı da hızla artacak. Yani hastalığa yakalandığı tespit edilen her 100 kişiden 2-3’ü ölmeksizin, 10’u hastalığı atlatmasına rağmen uzun dönem Covid yan etkilerini göstermeye devam etmeksizin bu hastalığa direnç kazanacağız. Bunu yeterince hızlı ve yaygın bir şekilde yapabilirsek, bu salgını bitirmemiz mümkün olacak. Yani “Şimdi SARS düşünsün” diyebiliriz ve bunu diyebilmemizi mümkün kılan tek şey bilim.

Burada SARS’ın “yapabileceği” tek şey, farklı bir yöne doğru evrimleşmek. Bu cümle çok yanıltıcı; çünkü insandan virüse, ağaçtan ayıya kadar hiçbir organizma “isteyerek” evrimleşmez. Evrim, rastgele ortaya çıkan çeşitliliğin, içinde bulunulan çevre şartlarına göre rastgele olmayan bir şekilde seçilmesiyle, istek ve arzulardan bağımsız bir şekilde yaşanır. Virüs (ve genetik materyali olan diğer tüm varlıklar) durmaksızın mutasyon geçirir, bunlardan zararlı olan mutasyonlar elenir, faydalı etkiye sahip olanlarsa “kayırılır” ve çoğalır, böylece popülasyon içindeki gen kombinasyonları değişmeye başlar. Bu yeterince uzun süre devam ederse, ulaştığımız torun türler, evrimleştikleri atalarından o kadar farklı özelliklere sahip olurlar ki, onları ayrı türler olarak bile kategorize etmek zorunda kalabiliriz. Örneğin SARS-CoV-2 virüsü, diğer virüslere göre çok daha yakın kuzeni olan ve 2003’teki salgına neden olan SARS-CoV’dan o kadar farklı ki, ayrı bir tür olarak görüyoruz. Türler arası birikimli değişim, daha uzun vadede cinsler, aileler, takımlar, sınıflar, şubeler ve hatta alemler düzeyinde yeni canlıların oluşmasına neden olur.

İki şekilde evrim yaşanabilir

Virüs için bu evrim, iki şekilde yaşanabilir: Ya SARS-CoV-2 bize ilk bulaştığı rezervuar gibi bir hayvan türü içerisinde farklılaşmaya devam eder ve ileri bir tarihte insana (mesela SARS-CoV-3 olarak veya bambaşka bir tür olarak) tekrar atlar ya da insan popülasyonu içerisinde değişmeye devam eder. İkincisi daha zor, çünkü bir bulaş yollarını kapadıkça, virüsün de yeni bulaştığı bireylerin özgün savunma sistemlerine maruz kalarak bu farklı ortama adapte olacak biçimde değişmesi zorlaşacak. Bu da virüsün evrimleşme hızını azaltacak. Aşılar bu nedenle önemli.

Aşılarla ilgili umudun yüksek olmasının iki diğer nedeni daha var: Birincisi, koronavirüsler genel olarak çok yavaş evrimleşen virüsler. Evrimleşme hızlarını grip virüsleri (influenza) gibi değil, daha ziyade çiçek hastalığı gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla tıpkı çiçek hastalığında olduğu gibi, bu virüsün de kökünü kazımamız mümkün olabilir. İkincisi, özellikle de mRNA aşı platformları aşırı adaptif teknolojiler. Yani evrimi bu kadar yakından takip edilen bir virüs, beklenmedik bir yönde değişecek olsa bile aşılarımızı çok hızlı bir şekilde adapte edip, hemen tepki gösterebiliriz. Virüsün RNA’sı ne kadar hızlı değişirse, biz de o kadar hızlı bir şekilde aşılarımızı değiştirerek cevap üretebiliriz. Tabii bu aşıların dağıtımı ve uygulanması da üretilmesi kadar önemli; ancak onu başarabileceğimize inanıyorum.

Bu ikinci konu özelinde, virüsün sezonluk olma ihtimali halen var. Her biri çok düşük ihtimaller olsa da; eğer virüsün oyun alanını tamamen yok edecek oranlarda aşılama yapamazsak, aşılar beklediğimiz düzeyde koruyuculuk sağlamazsa veya virüsün evrim hızı her ne sebeple olursa olsun artacak olursa, her yıl ya da belirli aralıklarla aşı olmamız gerekebilir. Bu, 1-2 defa aşı olup işi bitirmek kadar da kolay olmayacaktır elbette ama, şu anki rahatsızlığın ve riskin yanında bu olasılığın vereceği rahatsızlık da bir hiç olacaktır.

Virüse güçlü bir yumruk atmak

Yer gelmişken söyleyeyim: Şu ana kadar tespit edilen D614G veya N501Y gibi riskli mutasyonların hiçbirinin aşıların etkinliğini anlamlı derecede azaltacak bir nitelikte olmadığı görülüyor. Çünkü aşılar, bu mutasyonların hedefindeki mızrak proteinlerinin (İng: “spike” protein) bütününü hedef almıyor. Bu proteinlerin birçok alt birimi var ve bu birimleri kodlayan kısımların birçoğu mRNA aşıları içerisinde yer alıyor; savunma sistemimiz de bu parçaların her birine bağışıklık kazanıyor. Dolayısıyla tekil bir mutasyon, bu parçalardan birisini biraz değiştirse bile, vücudumuz henüz değişmemiş kısımlara bağışıklık kazandığı için yine de aşılar sayesinde hastalığa direnç kazanabilirdik. Ama unutmayın ki bu değişimler yeterince birikirse, elbette aşıların işlevinin anlamlı derecede azalması mümkün. Bu nedenle bu virüse ne kadar hızlı ve güçlü bir yumruk atarsak, o kadar iyi olur. Tıpkı virüsün salgın başında bize attığı ani ve beklenmedik tokat gibi… O yazımı hatırladınız mı?

Üstelik mRNA aşıları kitlesel olarak da beklediğimiz sonuçları verecek olursa, kim bilir, belki griple bile daha etkili bir şekilde mücadele ederek, bugüne kadar hükmedemediğimiz diğer virüsleri bile kontrol altına almayı başarabiliriz.

Yeni bir bilimsel teknolojinin ortaya çıkmasıyla açılan kapıların bizi götürebileceği yerler sınırsız. Nereye gittiğini bilmediğimiz bu karanlık odalarda önümüzü aydınlatacak tek ışık ise bilim. Umuyorum ki insanlık, bu salgından alınması gereken en önemli dersleri alıyordur ve salgından sonra da uygulamaya devam edecektir.

Eğer yeterince açık değilse, o derslerin en önemli üçünün bilimin önemini anlamak, bilimsel araştırmalara daha “aciliyet doğmadan” fon ayırmak ve destek olmak ve bilimi halka ulaştırmak olduğunun altını önemle çizmek istiyorum.

Tünelin sonunda ışık var. Ters yola sapmadan, bilimin ışığında, çıkışa doğru yürümeliyiz. Başaracağız.