Suruç’taki katliamdan altı gün önce: Tam da New Horizons’ın Pluton’un yakınından geçip dünyaya kalp şekilli selamını gönderdiği gün, Fransız Alpleri’ndeki bir manastırda yaşayan keşişleri anlatan Die große Stille (Büyük Sessizlik) adlı büyüleyici bir belgesel izledim. Yönetmen Paul Gröning’in neredeyse 20 yıl süren uğraşları -manastır yönetiminden istenen çekim izninin anca 16 yıl sonra alınabilmesi, Gröning’in bir keşiş gibi manastıra yerleşip altı ay boyunca tek başına çekim yapması, iki buçuk yıl boyunca kurguyla uğraşması vd.- filmin tüm karelerinde kendini hissettiriyordu. Ama bu güzel filmi izlerken kendimi tuhaf bir duygu durumunda buldum: Sanki zaman yolculuğuyla bir ortaçağ manastırına gitmişim, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bile bilmeyen keşişleri izliyorum… Bunun biraz tepeden bakan bir düşünme tarzı gibi göründüğünün farkındayım. Ama aklınızda Pluton’un 12 bin kilometre yakınından geçen bir uzay aracı varken, insanlık tarihinin tüm bilimsel birikimini reddedip sabahtan akşama kadar dua etmek için manastıra kapanan, okudukları bir metin üzerinden ellerini yıkamanın gerekli olup olmadığını tartışan insanları izleyince böyle düşünmemek çok zor…

Suruç’ta bombanın patladığı gün: Bu duygu durumunu tartışan bir film izledim: Zor Şey Tanrı Olmak. Strugatsky Kardeşler’in muhteşem romanından uyarlanan 1989 yapımı filmde Dünya’ya çok benzeyen bir gezegenin nasıl kapkaranlık çağlara saplanıp kaldığı anlatılır. Okuryazarlığın suç olduğu gezegeni bir komutanın şu sözleri çok iyi özetler: “Ben askerim, ama fikirlerin silahlardan daha tehlikeli olduğunu bilirim. İrukanlı bir hekim var, iddia ettiğine göre hastalıklar içimizdeki minik canlı hayvanlardan kaynaklanıyormuş. Düşünsenize, minik minik hayvanlar! Nasıl yani, dünyayı içimizdeki minik hayvanlar mı yönetiyor? İlahi düzene hakarettir bu!”

Dünyalı bilim otoriteleri bir uzay gemisi göndererek gelişmeleri takip etmeye başlar. Gezegendeki olaylara müdahale etmek yasaktır ama akıldışı bir yaşam tarzına sahip bu insanlar o kadar ilkel ve birbirlerine karşı o kadar kötüdür ki, araştırmacı astronotlardan bazıları dayanamaz, tarihin seyrini pozitif yönde değiştirmek için işe karışır: “Bu dünyada çok fazla acı var. Bu karanlığı sadece arada sırada bir ışık aydınlatıyor. Mesela, bir ozan şarkı söyleyince veya bir âlim gerçeği açıklayınca... Bu ışığın sönmesine müsaade etmemeliyiz.”

İçlerinden bazıları öldürülür ama yine de pes etmezler; silah yapmaktan başka bir şey bilmeyen bir zanaatkâra Gutenberg’inkine benzer bir baskı makinesi yaptırırlar mesela, aydınlanmanın ilk adımı… Usta Hauk ‘yasaklı’ makinesinden gururla bahseder: “Bu makineyle bir sürü baskı yapabiliyorum. Böylelikle âlimlerimizin şiirleri, yazıları birçok kişiye ulaşma şansını elde ediyor.” Böylece insanlığa değer veren bir avuç insanın tüm zorluklara rağmen bir düşünsel evrimi nasıl başlattıklarını görürüz.

Suruç katliamından üç gün sonra: Bu yazıya başlarken IŞİD’in Adıyaman’daki üssü İslam Çay Ocağı’nın fotoğrafını gördüm. Bir sürü Arapça yazının olduğu camlarda Latin alfabesiyle şunlar yazılmıştı: “Boşa geçen hayatları ahirette kurtaracak sebep cehaletse, ilim gibi kanlı hançeri sırtıma vuran da kim!”

Bir manastırda kimseye zarar vermeden yaşayıp giden keşişlerle hiçbir değere sahip olmayan katil sürüsü IŞİD’i karşılaştırmıyorum kesinlikle! İlki naif ve silik bir ortaçağ hatırası, ikincisiyse insanlığı kana boğulmuş kapkaranlık çağlara sürüklüyor.

Suruç’tan sonra ilk yüzyıl: Yazıyı bitirirken NASA’nın dünyaya çok benzeyen bir gezegen keşfettiği haberi geldi. Ama öyle görünüyor ki biz Kepler-452B adlı bu gezegeni gözlemlemeyeceğiz, eğer orada gelişmiş canlılar varsa onlar bizi gözlemleyecek ve gördüklerinden dehşete düşecekler. Ama müdahale etmeye gerek duymayacaklar çünkü Suruç’ta ölen gençlerin içinden çıktığı aydınlığın onları öldüren karanlıktan güçlü olduğunu görecekler.