"Kendi adıma hiçbir zaman kadını/erkeği daha iyi anlatıyorum oradan devam edeyim diyerek yazmadım. Derdimiz insanı anlatmak, esas anlamamız gereken de o"

"Susulacak ne çok şey var aramızda"

BURAK ABATAY

Bir süredir çeşitli edebiyat dergilerinde öyküleriyle karşımıza çıkan Ezgi Polat, Can Yayınları etiketiyle ilk öykü kitabını okurlarıyla buluşturdu. ‘Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda’ adını taşıyan kitapta yer alan öykülerde Polat, okurla sıkı bir dostluk kuruyor. Vurucu son gibi bir derdinin olmadığını ifade eden Polat’ın öykülerinin hemen hepsinde ‘deniz’i görebiliyor, hissedebiliyorsunuz. Türk öykücülüğünün nicel ve nitel artış gösterdiği günümüz edebiyat dünyasında Ezgi Polat, okuması çok keyifli metinleri okura süssüz, sade ve doğrudan bir dille sunuyor. Kitaba dair dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da tasarımcı Utku Lomlu’nun imza attığı kapak. Lomlu, yarattığı şahane kapak tasarımların arasına bu kitabı da ekliyor. Yazar Ezgi Polat ile ilk öykü kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda’yı ve yazın hayatını konuştuk.

Hikâyelerinizde baskın bir biçimde hissedilen deniz teması var. Bu bir tesadüf mü?

Tesadüf değil elbette. Bilinçli bir seçim. Bunda denizle yakın bir ilişkim olmasının da etkisi büyük. Kaybetmenin, bulmanın, farkına varmanın, unutmanın, kabullenmenin ya da isyan etmenin mekanı oldu deniz benim için.

Hikâyelerin işlenişini göz önünde bulundurduğumda sizin için karaktere dair detaylardan daha çok zamanın önemli olabileceğini düşündüm. ‘Geleceksen el sen de’ ve ‘Susulacak ne çok şey var aramızda’ öykülerinden bahsedebilirim bunun için. Karakter ve olaydan bağımsız bir sürenin içinde olup bitenleri izliyoruz bu iki öyküde de.

Karakter detayı derken neyi kast ettiğinize göre değişir bu durum. Karakterlerin fiziksel özelliklerini uzun uzun anlatmıyorum evet, gerektiğini düşündüğüm kadar anlatıyorum. Sözünü ettiğiniz buysa haklısınız ama karakterin nasıl biri olduğunu vermenin birçok yolu var, tek kıstas fiziksel özellikler değil. Söylediği bir söz, verdiği bir tepki, yedikleri, içtikleri, dinledikleri, ilişki kurma biçimi vs. bunların hepsi karakteri tanımak için verilmiş detaylardır. Onu keşfetmek, kendi içinde nasıl yaşatacağına karar vermek okurun işi. Kaldı ki siz bütün fiziksel detaylarıyla bir karakteri anlatsanız da her okurun hayalinde başka bir yüz can bulacaktır. Zamana anlamını veren içinde yaşanılanlar, yaşanılanlarla geçirilen değişimdir. Yaşanılanları olay, bunları yaşayacak olanlar da karakterler olarak değerlendirirsek bu unsurlar olmadan bir metin yarattığımı söyleyemeyiz. Hepsi birbiriyle ilişkili şeyler. Yazarken böyle bir ayrım yapmıyor, dengeli olmak için çaba harcıyorum.

Kadın olarak, erkek karakter yaratmak…

Kadın gözüyle erkek karakter yazmanın ne gibi avantajları ya da dezavantajları var? Ya da tam tersi; erkek gözüyle kadın karakter yaratmanın…

Yazarın hemcinsini yazması bir avantaj olarak görülür genellikle ama metnin yaratılan karakterin cinsi üzerinden yüceltilmesini ya da yerilmesini çok anlamlı bulmuyorum. Yazar için de bir övünme sebebi olmamalı bu durum. Evet, duygu ve davranışlarına vakıf olmadığımız bir cinsiyeti yazmak bizi batırabilir. Ama hemcinsimiz olan her karakteri ustalıkla verebiliriz diye bir şey yok. Bu daha çok sınıfsal ve dönemsel bir sorun. 16. yüzyılda yaşamış bir kadını anlatmam için kadınları iyi tanıyor olmam yetmez, erkekleri de aynı şekilde. Ya da günümüzde yaşayan polis bir kadını anlatabilmem için günümüz kadınının yaşayış ve düşünme biçimine hâkim olmam yeterli gelmez. Kendi adıma hiçbir zaman kadını/erkeği daha iyi anlatıyorum oradan devam edeyim diyerek yazmadım. Erkek bir karakter burada ne yapar, ne söyler diye oturup uzun uzun düşündüğümü hatırlamıyorum. Yazdığım karakter kimse onu iyi tanımaya çalışıyor, bunu düşünerek yazıyorum. Erkeğin de kadının da belli başlı temel dürtüleri var, bunlara hâkim olmaya, iyi gözlemlemeye çalışıyorum. Gerisi daha çok kimi anlatmak istediğinize, onun içinde bulunduğu kültürel, ekonomik, politik çevreye bağlı, hangi cinsi anlattığınıza göre değil. Derdimiz insanı anlatmak, esas anlamamız gereken de o.

Öykülerinizin birkaçı hariç vurucu, sarsıcı sonları yok. Metnin içindeyken biz okurları saran bir büyü var. Onun etkisi sona değin sürüyor. Buna katılıyor musunuz?

Bütün okurlar adına bir şey söylemem doğru değil ama özellikle çarpıcı sonlar yazmak gibi bir amacım olmadığını söyleyebilirim. Metni yazarken kafamda çok net bir son olmuyor genelde. Akışa göre şekilleniyor. Yaşam da böyledir, akışa göre şekillenir, bilmeyiz, net çizgileri yoktur, öylece devam ederiz, her yeni günün bize ne getireceğini merak ederek. Ben bir yaşam parçası sunmaya çalışıyorum ve bunu sunuş biçimime göre ihtiyaç duyulan son neyse o şekilde bitirmeye çalışıyorum. Bu daha çok yazarken hissedilen bir şey. Öykülerimin her okurda başka bir biçimde yaşamaya devam edebilmesini isterim.

‘Farklı disiplinleri denemek istiyorum’

Türk öykücülüğü son yıllarda en çok üretilen eserleri beraberinde getiriyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor?

Yanıt sorunun içinde gizli aslında. Üretim çok, yayımlatma çemberi geniş. Yayınevleri, dergiler, internet dergileri, bloglar, sosyal medya buna imkân tanıyor. Görünürlüğün ve ulaşılabilirliğin artışı insanların bu konuda daha cesur olmasına neden oluyor.

Bu duruma nasıl bakıyorsunuz?

Zaman zaman bir kirlilik hissi barındırsa da kötü bir şey değil elbette. Daha çok yazılsın, daha çok okunsun, bunlar duyulsun ve konuşulsun. Niteliğin hakkını zaman verecektir.

Sizin farklı bir disiplinde başka planlarınız var mı?

Farklı disiplinleri de tecrübe etmek isterim. Aklımda bazı düşünceler var ama ne olup biteceğini zaman gösterir.