Arkadaşım Süha Senir bu dünyayı terk edip gideli üç ayı geçmiş. Zaten geç öğrenmiştim. Kadıköy’de arkadaşlarla bir araya gelemedim. Vosvos dergisinde çıkan yazıyı da geç yolladım ama yetişmiş, şükür.

Sonra arkadaşımız Mustafa Dermanlı bana bir paket yolladı. İçinde Vosvos dergisinin son sayısı vardı iki tane. Bu sayı ‘Süha Dede'ye ayrılmıştı: Vosvos dünyasının dedesine, Bab-ı Ali’nin Moruk’una... İki tane Sühalı kitap ayracı vardı pakette, bir defter dolusu o güzel çizimlerinden (biri de ondan istediğim ev) ve üç tane ince uçlu fırça...

suya-dede-226531-1.

Moruk, ha! Neredeyse yaşıttık Süha’yla. O 1944’lüydü ama, iki yıldan ne çıkar ki? Hürgün gazetesini çıkartıyorduk. Elâlemi işinden edip oraya toplamıştık. Çok iyi bir gazeteydi ama kısa ömürlü oldu, yazık! Oysa patronumuz dahil kimse bizi sevmediği için kendi yağımızla kavruluyor, acayip eğleniyorduk.
Süha’yı orada tanıdım işte. Ortanın kısası, tıknazca, ağız hep kulaklarda, koca sakallı, sevimli mi sevimli. Tapa ile hep birlikte dolaşırlardı. İkisini de çok severdik. İbrahim Tapa zaten canımız-ciğerimizdi. Süha da hemen ekibe dahil oldu. Onunla daha önce hiçbir yerde birlikte çalışmamıştık oysa. Ama karşılaştığımız andan otuz saniye kadar sonra, “Tapa’nın arkadaşı” olmaktan çıkıp “bizim Süha” olmuştu bile.

Ama gitti işte. Rıfat Dedeoğlu’ndan sonra, ölümünü şaka sanıp uzun süre ciddiye almadığım ikinci insandır. Hep bir yerlerden gülerek çıkacak diye beklersin. Çıkar da belki, kim bilir nerelerde dolaşıyor şimdi

Sadece Bab-ı Ali’nin moruğu değil, Vosvosçuların ‘dede’si de olduğunu, onlarla uzun gezilere çıktığını sonra öğrendim. Sıkı Vosvosseverdi, en kralından kampçıydı. Küçücük çocukları yaramazlığa teşvik eden bir dedeydi. Kendisi de onlardan küçüktü aslında, teşvike hiç ihtiyacı yoktu. Aslında hepsi birdi, Süha’ydı. Herkesin sevdiği, enseyi karartmayan davudi sesli, askılı pantolonlu bir tatlı adam.

Sunay Güner dergideki yazısında onu anlatırken şöyle demiş. “Ezgi’nin ‘Süya dede’si, onu kudurtan en yaşlı arkadaşı, bazen abisi, bazen “Yaaaa süyaaa”sı. Tayfun’un abisi, en sevdiği yol arkadaşı. Benim abim, kankam, ortağım, dedem, arkadaşım, daha adlandıramadığım bir çok şey. Gerçek kötü gün dostu.” Bana o güzelim paket yollayan Mustafa da, “Tanıdığım en onurlu, en muzip, en inatçı, en ilginç, en arşivci insandın,”demiş. “Komplekssiz, yalın ve olduğu gibi. Sokakta bir şarapçıyla muhabbet eder, birkaç dakika sonra bir opera sanatçısıyla La Traviata’yı tartışırdın. İnci çizgi işine rağmen bir defa gözlük kullanmamak da, aynı kadınla iki defa evlenmek de, ev sahibinle kiracı olarak aynı evde yaşamak gibi gariplikler de ancak senin gibi bir insandan vücut bulurdu zaten.”

Arkadaşların yazılarından, hem de sormadan etmeden alıntılar yaptım. İzninizle, kendi yazımdan da bir paragraf çalayım.”Çok samimiydi, şakacıydı, ama senin mesafe istediğini hissederse, tebessümünü de koruyarak, o mesafeyi sana hemen sunardı. Çalışırken kafanı kaldırıp ona baksın, anlardı.Ciddileşmek gerektiyse, hemen ciddileşirdi. Yardımcı olmayı sevem, iyi kalpli bir insandı Süha. Bunu da hiç kafana kakmadan, hatta belli etmeden yaptığı için, rahatsızlık vermezdi. Zaten hiç rahatsızlık vermezdi, belki de mesele budur.

Nefretle kinin kol gezdiği, insanların küçük mutluluklar tatmaktan bile utandığı, başkalarının her yaptığına karıştıkları, idraklerinin zayıfladığı bu çağda, yeşil ve hâlâ umut dolu dünyasından yoksun kalmak istemediğimiz biriydi. Ama gitti işte. Rıfat Dedeoğlu’ndan sonra, ölümünü şaka sanıp uzun süre ciddiye almadığım ikinci insandır. Hep bir yerlerden gülerek çıkacak diye beklersin. Çıkar da belki, kim bilir nerelerde dolaşıyor şimdi?

Süyacım, dergiyi aldım, seni de çok özledim. Kartpostallar ile ayraçlar pek hoş. Çizimler de geldi. Bir zahmet, şu evi bekliyorum. Fırçalar da bende, merak etme sakın. Üç tane, ince uçlu...