“Suyun şavkı vuruyor... Güneşe”

Sık sık söylüyoruz; kapitalizm artık bunalımlarının üstesinden gelmekte zorlanıyor. Bu iddiayı güçlendiren temel argümanlar sistemin gelişmesinin en üst noktasına ulaşmış, yayılma olanaklarını tüketmiş, politik gücünün aşınmış olması. Bir başka belirti de kapitalist metropollerde büyük tekel patronlarının, IMF- Dünya Bankası gibi uluslararası kapitalist kurumların, patronlar yerine duruma vaziyet eden CEO’ların da bu gelişmeyi açıkça dile getiriyor olmaları. Bu değerlendirme gerçeği tam olarak yansıtmıyor olsa bile durumun kapitalizm açsından pek parlak olmadığı ortada.

Öyleyse hep beraber bu büyük belanın, çoktan ömrünü tüketmiş olan sömürü düzeninin, sistemin yok olup gitmesini mi bekleyeceğiz? Karşısında ciddi, yerini alabilecek bir başka güç ya da bir başka imkan henüz yoksa, kendiliğinden “insani bir düzene” mi dönüşecek? Hayır, eylemli bir umut her zaman gereklidir. Alternatifin tarihte hiç beklenmedik zamanlarda ortaya çıkabileceğini gördük. Sistemin karşısında dizilmiş sınıflar, katmanlar, hızla değişen, öngörülemeyen koşulların yarattığı olanaklarla değişimin kapısını aralayabiliyorlar.

Sistem kendini savunuyor

Kapitalizm kendini savunmaktan hiç bir zaman vazgeçmez. Kuşkusuz, savaş ve uzay teknolojisindeki gelişmeler bir yana, sosyal politik anlamda çıkış bulamadığı için çözümü geçmişte arıyor, eski yöntemlerden medet umuyor. Bulabildiği, “büyük göçü” bertaraf edebilme fırsatını da içeren ırkçılığı, yabancı düşmanlığını kışkırtma yöntemidir. Gelişmiş kapitalist dünyada akın akın gelen savaş kurbanlarının, yoksulların, dünyanın işsizlerinin yarattığı büyük korkuyu yaygınlaştırarak, içerde sistem karşıtı hareketlerin yükselmesi olasılığını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Önceki yıllarda seçim kazanan ırkçıları bir çırpıda alaşağı etme basireti gösteren Avrupa Birliği şimdi ağırdan alıyor, “eh ne yapalım seçimi kazandı işte Orban” diyorsa nedeni budur.
Bu kadar mı? Kapitalizm kendini yalnızca bu türden yöntemlerle mi savunuyor? İdeolojik bir savunma hattı kurmuyor mu? Eski güzel zamanların pek derin yazarları, büyük üstatları, feylesofları göreve çağrılmıyor mu? İlk çağ dünyalarından, orta çağ zamanlarından, son çağ dilbazlarından bir yardım gelmeyecek mi? Güncellenmiş bir Schmitt, kendi zamanının büyük filozofu Hobbes, olmadı araştırıp karıştırıp Hegel’den bir iki “berceste mısra” bularak yardıma koşulamaz mı? Yok mu böyle çabalar?

Var, var! Bizim ülkemizdeki çabaları kayda geçirelim önce; pohpohlandıkça kabarası, “sol”da bilinen Cumhuriyet’te bile uzun söyleşilerle parlatıldıkça parlayası Daron Acemoğlu efendi var. Parti kurmakla turşu kurmak arasındaki farkı karıştırdıkça karıştıran, “iyisi altı ayda olur” hesabıyla olgunlaşmayı bekleyen Babacan partisine destek atacağı belirtilen Acemoğlu’nun kapitalizme yeni bir nefes olacağı, Nobel bile alabileceği söyleniyor. Daron Acemoğlu kapitalizmi ve dahi memleketimizi ve dahi demokrasimizi nasıl kurtarıyor? Çok basit iki formülü var; ilki sosyalizm karalamasıdır, bildiğiniz eski usul antikomünizm yani, ikincisi sosyal politik bir sistem olan kapitalizmi matematik formüllerle (adeta ekonomide semantik!) kurtarabileceğine insanları inandırmaktır. Kuşkusuz artık bizim gibi ülkelerde otoriter yönetimlerden bunalmış insanları ikna etmenin olmazsa olmaz koşulu demokrasi - ekonomi (aman karıştırılmasın, “devletçi” sosyal demokrasi bile değil, vahşi piyasa ekonomisi) denklemini kurmaktır. Hepsi bu!

Hepsi bu mu?

Yetiş imdada ey semantik ideolocya

Daha orijinali var. Liberal “yenilenme” diyebiliriz. Kabadır ama etkilidir. Yaygın olanı, dışardan radikal sistem eleştirisini bir yana bırakıp içerden eleştiriyle farkına varmadan sisteme eklemlenmektir. Bu süreç, eleştirilen hasmın kavramlarıyla konuşmakla başlayıp, otoriteyi Schmittyen “otoritenin haklılığı” tezleriyle benimsemeye kadar uzanır.

Bir başka tür ise, ince dokunmuş, akademik bir üsluba bürünmüş gerçekte pek eski idealist felsefenin, sol, demokrat literatürde, mekanlarda, dergilerde, sosyal medyada boy göstermesi, “işte tamam zamanıdır” cesareti ile zuhur etmesidir. Üzerinde durulmaya değer, çünkü son zamanlarda hurafenin pirim yapması, akademisyenlerin üniversitelerden kovulması ile beslenen cehaletin doğrudan bir sonucudur. Bizim ülkemiz için hayati sayılmalı, üzerinde durulmalıdır; görev de tehlikeyi yalnızca sezen benim gibilere değil, diyalektik düşünmeyi bilen materyalist bilimcilere, akademisyenlere düşmeli, bu tür pervasız çıkışlara meydanın boş olmadığı gösterilmeli; demeli ki, bak “suyun şavkı vuruyor çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.” Anladın mı, suyun şavkı nasıl vuruyor güneşe?

Tamam ama ben yine sezgilerimin yolundan gideyim de, hiç değilse “bu nedir yahu?” deme hakkımı kullanmış olayım. Pek değerli bir yazarın, “yum gözünü yok olsun sistem” mealindeki yazısını okuyunca öyle bir rahatladım ki; biz bunca yıldır pösteki saymışız, kapitalist sistem için en tehlikeli olanlar, didinip duran bizler değil, onu ciddiye almayanlarmış meğer.

Soruyor işte arkadaş; “sistem diye bir şey gerçekten var mıdır, nerededir, nasıl işler? Onun bu gücü, erişilemezliği nereden kaynaklanır? Sistem diye bir şey varsa eğer onu tahkim eden en önemli unsur aslında toplumsal öznelerin onun var olduğuna dair bir kanaate (abç) sahip olmaları, hatta onu fetişleştirmeleri değil midir?” (Besim F. Dellaloğlu. Duvar / Çarşamba, 4 Mart, 2020)

Ne diyeyim ki şimdi ben bu yerden göğe uzanan erişilmez tahlile ve dahi saptamaya. Ne diyebilirim; sistem, -dilbilgisel (semiyolojik) değilse de, anlambilimsel (semantik) olarak mı acaba- kaderin çağdaş, seküler versiyonuysa; modern zamanların iktidarını, eski zamanların iktidarı gibi somut bir şekilde görüp saptayamıyorsak, Foucault’nun da dediği gibi her yerde olduğu için hiçbir yerde değilse, neden iki de bir sistem sistem deyip duruyoruz ki. Söyledikçe ve söylendikçe sistemi onaylayıp, yokken mümkün kılmıyor muyuz? Hem sonra iktidarı ele geçirme çabasına girmeye, merkezi ele geçirme derdine düşmeye ne gerek var ki!

Bu değerli akademisyenin tarihin derinliklerinden bulup çıkardığı bu çözüme bayıldım ben. Ne güzel yazıyor, yüzyılların problemini nasıl şıp diye çözüyor. Nasıl bir irade zayıflığıdır sömürüye boyun eğenlerin acınası hali; bu kahrolası sistem onlar “razı” olmasalar olmayacaktı işte. Nesnel mi? O da nedir? Sistem ve özne oluş aynı sürecin farklı pencerelerden görünen halleri değil miydi?

Ona verelim son sözü, biz de susalım artık:

“Sistem aslında yoktur. Onun varlığı bizlerin bir dolayımıdır. Sistem, eğer varsa, hükmettiği, yönettiği, inşa ettiği, yönlendirdiği öznelerin akıllarını, vicdanlarını, basiretlerini, hayallerini, saplantılarını, takıntılarını, sapkınlıklarını dolaşarak vardır. (...) Sistem için en tehlikeli olanlar, onu varsaymayanlar, onu ciddiye almayanlar, sanki o yokmuş gibi eyleyenlerdir. Onu ciddiye almayanların dünyasında sistem mevcut değildir. Sistem ancak olumlu ya da olumsuz geri dönüş alabildiği yerde hüküm sürer. Sistem ancak ciddiye alındığı yerde ikamet edebilir.”

***

Tamam mı, anladınız mı? Umarım bu pek mükemmel sistem eleştirisini, sistemin bir çırpıda canına okuyan, hepimizi rahatlatacak olan sihirli formülü yanlış anlamamışımdır.

Rahatladım, kurtuldum sonunda, eve gideyim, açayım televizyonu.

İçerideki dostlar, sevgili Barış’lar, sevgili kardeşler siz de takmayın kafanıza, “demir kapıyı kör pencereyi”; yok aslında öyle şeyler, yumun gözünüzü, bakın nasıl uçup gidiyor, bakın nasıl geçiyor varlığı pek kuşkulu zaman...