IŞİD’in elinden kurtulan kadınlar, giymeye zorlandıkları kara çarşafları üzerlerinden fırlatıp attığında, sevinçlerine rengârenk elbiseleri eşlik etmişti. Defalarca dayak yemiş, tecavüze uğramış, alınıp satılmış ve gözleri önünde kız kardeşleri öldürülmüştü. Üç beş silah daha fazla satmak için etrafına ateş saçmaktan hiç tereddüt etmeyen ‘modern dünya’, kadınların yaşadığı eziyetleri, elleri hiç değmemişçesine, ‘dehşetle’ takip ediyordu.
Komünizm tehlikesine karşı eğitip donattıkları, el bebek gül bebek büyüttükleri, yönetilebilir sandıkları yeşil kuşak ‘ılımlı İslam’ dünyası, yangının üzerine dökülen benzin misali harlanıp radikalleştiğinde de kapılarını hızla kapatıp kaçmakta bir beis görmeyeceklerdi. Geride, IŞİD’in işkencelerinden sağ kurtulmuş ama çoğu doğduğu yeri, çocukluğunu unutmuş, yaşama tutunmaya çalışan milyonlarca kadın kaldı.

Taliban’a karşı okula gidebilmek için, çalışabilmek için, kısaca hayata dâhil olabilmek için el ele, omuz omuza sokakları dolduran kadınlar gelecekleri için seslerini yükseltirken kafalarına silah şarjörüyle vuruluyor şimdi. Erdoğan tarafından Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı olmadığı söylenen Türkiye’de de hakları için sokağa çıkan kadınlar saçlarından yerlerde sürüklenip tekmeleniyor, kemikleri kırılıyor. Elinde telsiz, belinde silah bağırıyor bir adam, “alın bu o..yu!” Boş durmadık elbette biz de, son yirmi yılı hafızamıza kazıdık; “Bir tane ‘kız’ mıdır, ‘kadın’ mıdır artık bilemem” leri… “Bir kadın olarak sus!” ları… “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” ları… “Kadınlar iş aradığı için işsizlik oranı yüksek” leri… “Hamile kadınların sokakta gezmesi doğru değil’ leri… “Annelerin, anneannelik kariyerlerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir” leri… unutmuyoruz.

Suzy Storck’un da var unutamadıkları. Vazgeçişlerini, kinci bir inatla gerçekleştirmek için tutturmadığı arzularını, “birey olarak inkâr edilmiş bir kadın” olmanın derin acısını hatırlıyor. Uyuyamıyor. Kolları ev işleri için istemsiz hareket ediyor. Bir yaz gecesi Suzy, kendine biçilen rollerinden, üzerine yapışmış bir elbise gibi, derisinden yüze yüze soyunuyor. Birini sevince evlenmesi gerektiği, evlenince en az üç çocuk yapmasının eve neşe katacağı, ancak kendisine sunulan seçenekler içinden bir iş bulabileceği, ama en kutsal işinin de kuşkusuz ‘annelik’ olduğu söylenmişti. Ne var ki ‘normal’ bir kadın olarak eril düzenin talep ve beklentilerinde her geçen gün biraz daha batıp, boğulmuştu.

Hayal etmediği bir hayatın içinde acı çekerken, dolaba vaktinden önce yerleştirilen nemli bardakların sorumluluğu altında yılmıştı. Vaktinde, daha fazla direnmediği için pişmandı. Sabahları kendisi için uyanmamanın, duyulmamanın, anlaşılmamanın ağırlığını hepimizin omuzlarına bıraktı. Onunla birlikte hepimiz yeniden hatırlıyoruz aslında hiç unutmadıklarımızı. Suzy Storck, bir buçuk yıl sonra tekrar seyircisiyle buluşan Moda Sahnesi’nin yeni oyunu. Pandemi sebebiyle on sekiz aydır gelirsiz kalan ve hükümet tarafından desteksiz bırakılan tiyatrolar, bir yandan ayakta ve hayatta kalmaya çalışırken diğer yandan üretmeye, çalışmaya devam ediyor. Batacaksak da savaşa savaşa, bağıra bağıra olsun, diyerek… O iddiadandır ki, Moda Sahnesi sezonu; Suzy Storck’un örgütlü bir güçle çevrelenmiş hayatına, kindar bir inatla sahip çıkamamış olmasının neden olduğu trajedi ile açtı.

Bugün, ataerkil düzen kadınlar üzerindeki baskısını gerek Taliban gibi dini araçsallaştıran örgütleri, gerek kurallarını sadece erkeklerin belirlediği modern kapitalist yönetimleri kullanarak sürdürüyor. Suzy Storck, ‘aile’ kavramının içinde eritilerek ‘ehlileştirmeye’ çalışılan kadının varlığının unutturulmaya çalışılmasının başımıza nasıl felaketler getirebileceğine dair çok sert bir uyarı. Ve bana kalırsa bu aynı zamanda, neden tiyatrolarımıza dört elle sarılıp onları yaşatmamız gerektiğine dair de açık bir çağrı. Her ikisinin de yokluğu, felaketimiz olur çünkü.