Her defasında sandıktan çıkan sonucun öneminin altını çizen, milli iradeye dem vuran Erdoğan, darbe anayasasının kendine verdiği yetkiyi kullanarak rektör atamalarını yaptı. Erdoğan’ın atadığı Uludağ, İstanbul ve Harran Üniversiteleri’nin rektörleri kendi üniversitelerinin atanamayanları olarak rektörlük koltuğuna oturacaklar. Bir kez daha görüldüğü üzere tüm o balkon konuşmalarının içi boştu. Erdoğan tabiatında kendi soluğu, dokunuşu olmayan herhangi bir iradeye tahammül edebilecek biri değil.

Erdoğan bu konuda yalnız da değil, üstelik ilk kez de olmuyor. Sezer döneminde laiklik elden gitmesin diye benzeri uygulamalar olmuş, akademik irade defalarca yok sayılmıştı. 28 Şubat sürecinde üniversitelerdeki cadı avları, başörtülü öğrencilere yapılanlar, sonrasında rövanşı almak adına Abdullah Gül’ün de atamaları düşünüldüğünde Türkiye’de eski yeni ayrımı yapılamayacağını üniversiteler özelinde net olarak görebiliriz. Gücü elinde bulunduranların kendi iradesi dışında hiç bir şeye saygı duymadığı bir ülkede ne Sezer’i ne de Erdoğan’ı tartışmak çözüm. İçimizdeki küçük Erdoğanlara bakmak onları tartışmak ise fevkalade önemli.

 2003 yılında 70 olan üniversite sayısı bugün 192. 5,5 milyon üniversite öğrencisiyle yüksek öğrenim oranı yüzde 40’lara ilerlemiş durumda. Bu sayılar kimseyi yanıltmasın, sadece üç profesörü olan üniversiteler, bir yardımcı doçentle kurulan bölümler var. Üniversite kurmak, içine akademik personel serpiştirmek akademik üretim ve eğitim bakımından dünya standartlarının hayli gerisinde olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Bırakın nitelikli yayın üretmeyi, nicelik olarak da durumu vahim. Üniversiteler köşe tutulan, bir kaşık suda denizaşırı keşiflerin yapıldığı yerler. Bu nedenle Erdoğan’ın kimi atadığı, rektörün, dekanın kim olduğunun, ne söyleyip, ne yaptığının pek de bir önemi yok aslında. Hatta bölümlerin derebeylik gibi yönetildiği yapılar için mevcut sistem şahane işliyor denilebilir. Piramidin tepesinden tabanına kadar eşitsizlik, adaletsizlik, klikler ve güç savaşları akademik dünyanın fıtratında var. İster oy vermiş olsun ister vermemiş, en fazla oyu almış olmasına karşın bir rektör adayının atanmamasını umursamamak akademik bireyin kendi konforunu ön planda tutan, hiç bir olan biteni umursamayan berbatlığından, korkaklığından kaynaklanıyor.

Seçimlerden bir kaç gün önce Raşit Tükel Edebiyat Fakültesi’ne geldi. Bu ziyaret sırasında Tükel’e destek verdiklerini söyleyenler, ima edenler oldu. Belki sonrasında Tükel’e oy da verdiler, bilemem. Ve fakat büyük çoğunluğu birinci gelmesine karşın YÖK’ün Tükel’i ikinci sıraya koymasına ses çıkarmadı. Bölümler bu duruma ilişkin ortak bir karar ya da çerçeve ortaya koyamadılar. Başka üniversiteler ve İstanbul Üniversitesi öğrencileri kadar Tükel’in söylemlerine ve seçim sonucuna sahip çıkmadılar. Bu teslimiyetin nedeni rektör olarak atanmasına kesin gözüyle bakılan Mahmut AK’ın Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü hocası olmasıydı. Fakülteden çıkacak bir rektörün kendi fakültesini ihya edeceği gerçeğinden yola çıkan arkadaşlar olasılıkla pragmatik bir sessizliği tercih ettiler. Bu tercih ne yazık ki akademik özgürlüğü değil, her fakülteyi, bölümü, anabilimdalını güç ilişkilerine çeviren anlayışı besliyor. Akademik birey, kendi varoluşunu bu çarpık sisteme emanet ediyor, akıntıdan medet umuyor, dekan ve rektör odalarında güç kovalayanların arkasına dizilerek kendi geleceğini dizayn etmeye çalışıyor, helalse hoş olsun.  

Hakikatin, akademik özgürlüğün, demokrasi ve adaletin takipçisi olması gereken bir akademik, üniversite iradesinin hiçe sayılmasına sessiz kalıyor, gerçeğin üzerinin çizilerek, eğreti bir adayın rektör koltuğuna oturmasını kendi çıkarları gereği destekliyorsa Erdoğan’dan pek farkı kalmıyor.

Ve işte bütün meselede burada başlıyor, tabanın ne ki tavanın ne olsun!