Sanki Tahir Amca’ya hiç kimse bu zamana kadar, nasılsın dememiş gibi anlattı. Soluksuz. Halbuki şehrin en insan yanıydı Tahir Amca

Tahir’in kedileri

İlker Ekici

Sokakları kilit taşıyla döşeli, terk edilmiş nice evin arasında koşuşturan kediler güne hazır. Mahallenin üstünden bir yol tutuyorlar, yokuş aşağı o çöp senin bu çöp benim sallanıyorlar. Tahir Amca, dükkanı açıyor. Kuruluk dolmaları dışarıya asıyor, tezgahtaki cevizli sucukları öne doğru çıkarıyor. Kediler, her sabah kahvaltıyı Tahir amcanın kendilerine getirdiği börekle yapıyorlar ki bu kediler için şaşmaz bir durum. Öyle ki, ilk beslediği kedi yavruladı, yavrusunun da yavrusu oldu. Her biri hala bu kahvaltının müdavimi.

Şehirlerin insan yüzleri, henüz kentlere teslim olmamış. Tek tük de olsa, Tahir Amca gibiler var hala. Hani markette 9.90’a alınan bir üründen sonra tenezzül edilmeyen 10 kuruş gibiler. Kendi aralarında birikip, zamana karşı azalarak durmaktalar.

Kediler, şehirlerin vitrinidir. Ne kadar çok kedi sokakta geziyorsa, orada yaşamı insan merkezinden çıkararak bir paylaşım alanına döndürüp, hayatı ortaklaştıranlar vardır. Şimdi, bu tarihin her yerine gergef gibi işlendiği kentte Tahir Amca bu hayatı ortak kılan, insanlığını hala kaybetmeden yaşamaya çalışan tonton bir adam.

Her sabah yolumun üstündeki dükkanının açılış saatinde, kedilerin miting düzenler gibi toplanıp, böreği afiyetle yediği tanıklık beni Tahir Amca’ya yaklaştırdı. Her sabah, otobüs camından bakıp, gülümsememle onun kedileri beslerkenki gülümsemesi birbirine arkadaş. Onun dışında hiçbir tanıklığımız olmadı kendisiyle. İzin günümde, gittim Tahir Amca’nın dükkanına. Tanıştık. Halep’ten gelmiş bir ailenin üç çocuğundan biri. 73 yaşında bir aktar.

Selam verip oturdum. İçerde keskin bir zerdeçal ve karanfil kokusu. Kedilerden dolayı buradayım dedim. Çay söyledi, elinin ardındaki karanfil kavanozuna el atıp, iki karanfil aldı, çaylara attı. Uzunca bir sohbete tutuştuk. Yööorum dedi, “Bu yaşa kadar sigara da içtim arakı da. Ama bu otlar yüzünden ayaktayım. Sadece arada nefesim tıkanıyor. O da olsun artık ağam. Dünyaya çivi çakacak halımız yok.“

Anlattı bana sonra, ben dedi küçükken bizimkiler Tabakhane’de otururmuş. Adı üstünde tabakhane. Deri toplanıyor ağam, bir deri geliyor bir koku salınıyor ki burnunun direği kırılır dışarıdan geldiysen. Biz alışkındık. Top sahaları vardı tabakhanelerin orada. Okuldan çıkıp bütün uşaklar oraya toplanır, topun gözüne vururduk. Bir müddet sonra, tabakhanedeki deri yüzünden sıçanlar peyda oldu orta yerde. Evleri bastı. A böle gol gibim sıçanlar. Kediler geldi sonra. Yemeseler de oynamayı seviylerdi ağam. Devrisi zamanlarda bir baktık sıçanlar, evlerden çekildi. Lağım mağım zati hak getire. Yağmur yağdı mıydı, Antepin tüm sıçanları, zannedersin ki bizim mahleye toplanır, böyle askeriye içtiması gibi her biri hizaya geçip, sağa sola akar. İşte o kediler var ya o kediler, Allah onlardan razı olsun ağam, her birinin peşine düşüyordu. Tabakhana’da bugün insan yaşıyorsa hepsi o kedilerin yüzü suyu hürmetine. Benim bahsettiğim tee 950’li 960’lı yıllar. Sonra işte, zamanla ben bu kedilere bir alıştım pir alıştım. Mahlenin kurtarıcılarıydı gibiydiler gözümde. Babam rahmetlik, Halep’ten zahter, kekik safran falan getirir satardı Arasa Meydanı’nda. Ben de yanında git gel yapmaya başladım. Sonra, Kalealtında bir kelepir dükkan denk getirdik. Tuttuk, aha o dükkan şu karşıda yıkılan yer var ya oradaydı. Otuz üç yıl oradaydı dükkan. Bir gün belediyeden geldiler, istimlak mı ne dediler, yıktılar orayı, burayı da bize verdiler. O zamandan beri de bu dükkandayız. Babam gitti önce rahmete, ardından anam fazla bekletmedi onu. Ben zaten evlendim, üç kız üç oğlan çocuk oldu. Büyük abim, İstanbul’da lokanta açtı. Ablam, Sivas Gürün’e gelin gitti. Enişte yol falan yapıyordu. Ben de kaldım şimdi burada. Bizim çocukların işte kimi Adana’da, kimi Mersin’de. En küçüğü burada benim yanımda işte. Uyukluyorum diye dükkanda, beni bırakmadı işte. Bazen de torunlar gelir, mühendis olacak biri hala fakültede, kız olan torun avukat oldu çalışıyor. Hepsini bu otlarla, salçalarla, kuruluklarla, sucuklarla okuttum. Bu kedileri şimdi torunlara benzetiyorum erkek. Sabahları gelirler yukardan aşağı sallana sallana, hiç sektirmezler, şu kaldırım yeni yapıldı, su tutmasın diyeymiş, kedilerin yoluydu orası, sırf kedilerden rahatsız oluyorlar diye yaptılar elbet. Ama bizim veletler bunu da aştı. Her biri kaldırımın üstünde hizaya gelir, böyle ip gibim tek sıra gelirler. Dükkanın önüne kurulurlar. Ben de fırından börek alırım, her sabah böyle. Arada katmer falan veririm. Sen o vakit gör bunlardaki keyfi. Sankim Kalealtına sahreye çıkmış gibi gezerler.”

Sanki Tahir Amca’ya hiç kimse bu zamana kadar, nasılsın dememiş gibi anlattı. Soluksuz. Halbuki şehrin en insan yanıydı Tahir Amca. Gözlerinin bebekleri titriyordu anlatırken, adeta olaylar tekrar gözlerinde oynuyor o da gördüklerini atlamaksızın anlatıyordu. Ellerindeki zeytinyağı yumuşaklığı belliydi. Bir aktar olarak, lokman hekimin düştüğü ölümsüzlüğün peşine düşmemiş, zamanı gelince gideriz ağam şiarıyla dem tutuyordu. Kale altından dönüş yolunda, elime tutuşturduğu cevizli sucukla düşündüm tüm dediklerini. Hayatın iki ülke arasına sıkıştırdığı bu adamda, saklı kalan hasretliği. Adamın gözünde Ömer Seyfettin’in Eskici öyküsündeki çocuk gibiyim. Soluk zamanların yitiği.
Birkaç ay uzak kaldık sonrasında. Otobüsün güzergahı değişti. İzne gittim, döndüm derken. Bir türlü gidemedim Tahir Amcanın dükkanına.

Bulduğum ilk fırsatta, Tahir Amca’nın aktarına uğradım. Oğlu dükkandaydı. Selam faslından sonra, sordum, Tahir Amca ölmüştü. Bir sabah, dükkana geldiğinde kedilere börek vereyim derken, düşmüş, kafasını vurmuş yeni yapılan kaldırıma. Hastaneye yetişse de beyin kanamasından dolayı çıkamamış komadan rahmetlik.

Kediler hala orada ama. İki-üç gün hiçbir şey yememişler sabahları. Oğlu Reşat her sabah babası gibi börek almış ama yememişler. Kedi ağlamasıyla sokulmuşlar birbirlerine, dükkanın içini gezmişler. Bulamamışlar Tahir Amca’yı. Zaten her biri, öldüğü an kaldırımda başındaymış. Sigaramı yakıp, kaldırım kenarında Reşat’la babasının adeti olduğu üzere karanfilli çay içtik. Hiç konuşmadık. Tek cümle kurdu Reşat. Kalealtından aşağıya bakarak: Babam dedi, bu kedileri severdi, çünkü bu kediler O’nun mahalleden komşularıydı.