Bu hafta giren iki filmi de yazasım yok. “Adaletsiz” aslında hiç de fena bir film değil. İki polisin “parasızlık” nedeniyle yoldan çıkışı, bir soyguna karışıp başlarını belaya sokuşuyla ilgili film, gayet iyi yapılmış, iyi de oynanmış. Keza “Temizlikçi” de uzun süre iyi yazılmış bir dram gibi seyrediyor, ta ki korku filmi olmaya karar verinceye kadar. […]

Tahran, Mon Amour*

Bu hafta giren iki filmi de yazasım yok. “Adaletsiz” aslında hiç de fena bir film değil. İki polisin “parasızlık” nedeniyle yoldan çıkışı, bir soyguna karışıp başlarını belaya sokuşuyla ilgili film, gayet iyi yapılmış, iyi de oynanmış. Keza “Temizlikçi” de uzun süre iyi yazılmış bir dram gibi seyrediyor, ta ki korku filmi olmaya karar verinceye kadar. Ondan sonra saçmalıyor. İki filmin de ortak sorunu aynı: Bir iz bırakmadan hafızamızdan çıkıp gitmeleri.

Haftanın filmlerine dair bu kadar. Asıl yazmak istediğim, asıl aklımdan çıkmayan, asıl canımı yakan şey Amerika’nın İran’ın boğazını sıkma konusunda attığı adımlar ve savaşın ayak sesleri.

Nisan ayının 17’si ile 26’sı arasında Tahran’daydım. Fecr (Fajr) Film Festivali’nin 37.’sinde Uluslararası Eleştirmenler Jürisi’nde görev aldım. Jürimiz festivalin, 15 filmden oluşan Eastern Vista (Doğu Manzarası denilebilir) bölümünü değerlendirdi ve Mahmut Fazıl Coşkun’un “Anons” adlı filmini birinciliğe layık gördü. Jüride benden başka Fransız/Alman eleştirmen Barbara Lorey Delacharier ve Ermeni asıllı İranlı eleştirmen Robert Safarian görev aldı. Anons’u oybirliğiyle en iyi film seçtik.

Anons hakkında daha önce yazdığım için bu konuda da yazmayacağım.

Tahran, kanıma işledi, onu yazmaya çalışacağım. “Türkiye İran Olmayacak” sloganını unutun, Türkiye zaten İran, İran zaten Türkiye. Festivalin açılış töreninde folklor gösterileri var. Bizim Bitlis veya civarı kentlerin halk danslarına çok benziyor davul-zurna eşliğinde yapılan danslar. Dansçılardan biriyle tanışıyorum. Kürt ve çok iyi Türkçe biliyor. Türkçe konuşmayı çok seviyorum diyor. Televizyon dizilerinden öğrenmiş Türkçeyi. Oteldeki görevliler arasında çok sayıda Azeri var. Onlarla anlaşmak zaten doğal. Dillerimiz çok yakın, neredeyse aynı. Pervane Pazarı’nda dolaşırken rehberimiz bir halıcının sattığı ürünlerin Türkmen işi olduğunu söylüyor. Halıcıya Türkçe seslendiğimde, sevinci anlatılır gibi değil. Sanki 40 yıldır görmediği bir akrabasıyla karşılaşmış gibi! Öyle bir sevinç!

Festival boyunca jürimizin koordinatörlüğünü yapan Tina bizi evine davet ediyor, arkadaşlarıyla tanışıyoruz. Böyle şeyler her festivalde yaşanmaz. Festival bitiminde jüri üyelerine birer kilim hediye ediliyor! Eskiden, yani Amerika İran’ın ekonomisini bozmadan önce bu ipek bir halı olurmuş, artık değil ama yine de çok güzel ve çok cömert.

Evet, ekonomi çok kötü. Enflasyon yüzde 300 olmuş. Hoş bizde de gıda maddelerinin bazılarında Amerikan yaptırımları olmadan bu oranlar yakalandı ama… İran parasının (Riyal/Toman) değeri hızlı bir düşüş içinde. Vatandaşların alım gücü de aynı hızla olmasa da düşüyor. Beyin göçü, Türkiye’ye benzer. Olanağını bulan başta Kanada olmak üzere Batı ülkelerine göç ediyor.

Ekonomi bir yere kadar sorun. Asıl bela Amerikan bombardımanının ayak sesleri. Kimse inanmak istemese de görünen köy kılavuz istemez. Mesele Trump ya da muhafazakârlar (neo-con’lar) ya da şahinler değil. Amerikan ekonomisi bunu istiyor, Amerika’nın kanla beslenen büyük şirketleri bunu istiyor. İran pazarını açmaları lazım. İsrail’ rahatlatmaları lazım. Başta Hillary Clinton olsa belki de İran’a saldırı çoktan başlamış olacaktı. Clinton’ın “İran’ı haritadan silme” tehditleri kayıtlarda. Demokrat ya da Cumhuriyetçi fark etmiyor Amerika’nın dış politikası söz konusu olduğunda. İçerde liberalliğin görece pozitif bir anlamı var ama dışarda aynılar.

İçim acıyor, olacakları düşündükçe. Irak işgaline, Libya’nın yıkımına içim nasıl acıdıysa, İran’a da öyle. Mesele rejimi sevmek ya da sevmemek değil. Bununla hiç alakası yok. Amerika’nın derdi de bu ülkelerdeki rejimlerin demokratlığıyla hiç alakası yok. Suudi’lerle iyi geçinen bir ülkenin demokrasiyle ne derdi olabilir ki? Sadece Amerika değil tabii, Amerika ne derse eninde sonunda onun çizgisine gelen Batı bloğunun tümünün derdi demokrasi değil.

Amerika bir komşumuzun daha canına okumak istiyor. Dünya sessizce izliyor. Irak işgali öncesindeki direnç de kırıldı. Kimse yürüyüş düzenlemiyor, kimse insan kalkanı oluşturma planları içinde değil. Bir faydası olmadı zaten bütün bunların. Bizim televizyon kanallarımız da cahilce yayınlar yapıyor. Alternatif kanallardan biri (Tele 1) İran’ın uranyum zenginleştirme kararını, nükleer anlaşmaların ihlali olarak nitelendirdi, oysa bu karar anlaşmayı ihlal etmiyor. Zaten Amerika çekildikten sonra anlaşma mı kaldı?

“İran’dan petrol almayı sürdüreceğim, Amerikan ambargosuna itaat etmeyeceğim” diyen Türkiye, birkaç gün önce çark etti. Tüpraş, İran’dan petrol alımını durdurdu. Bir koyup üç almasak da, daha beter olmamak için Trump’ın emirlerine itaat ediliyor.

Amerika başlatacağı savaşa yine afili bir ad verecektir. Zaten savaşların adı operasyon oldu artık, sanki tümör alınacak, hasta sağlığına kavuşacak bu operasyon sonrasında. Öyle olmuyor, bütün ülke acı çekiyor, bütün ülke yıkıma uğruyor; yüzbinler, milyonlar ölüyor.

Bir etkimiz olur mu bilmem ama İran Savaşı’na elimizden geldiği kadar karşı çıkalım. Ayrıca sıranın Türkiye’ye geldiğini düşünmek için de çok neden var. Amerika Ortadoğu’yu baştan aşağı yeniden düzenliyor. YPG’ye, Stinger ve Javelin füzeleri, tankı ve uçağı olmayan IŞİD için verilmiştir diye düşünmek için saf olmak gerekiyor.

*Yazının başlığı “Hiroshima, Mon Amour” filmine bir göndermedir.