Saray’ın önceki dönemde ne pahasına olursa olsun büyümek zorundayız saplantısı, rezervleri eritirken, yerli paranın değerini pula çevirdi. Bugün pandemi döneminde faiz artırmak zorunda kalan tek ülke Türkiye. Ancak Prof. Erinç Yeldan, tahribatın ağır olduğunu sadece faizleri yükseltmenin enflasyonu kontrol altına almak için yetmediğini ve yetmeyeceğini söylüyor.

Tahribat büyük beklentiler kötü

Ozan GÜNDOĞDU

Hükümetin adeta saplantıya dönüşen düşük faiz politikası hem döviz kurlarını hem de enflasyonu kontrolden çıkardı. Son 2 aydır ise faizler sert şekilde yükseltilmesine rağmen enflasyon kontrol altına alınabilmiş değil. Gıda enflasyonu yüzde 20’nin üzerinde seyrederken, yıllık enflasyon yüzde 14’ün üzerinde. Günün sonunda Türkiye olağandışı biçimde hem yüksek döviz kuru hem yüksek enflasyon, hem de yüksek faiz batağına saplanmış durumda.

Prof. Erinç Yeldan ile bu olağanüstü durumu konuştuk. Yeldan, sorunun beklentilerde olduğunu, beklentilerin de kolay kolay onarılamayacak ölçüde tahrip edildiğini, bunda Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin de önemli payının olduğunu söylüyor ve ekliyor; “Bir ay, iki ay belki de daha fazla bir süre yüksek faiz vermek ya da piyasayı yönlendirecek “mali disipline sadığız, yapısal reformlar yapacağız” gibi çok klişe sözcüklerin peş peşe sıralandığı bir söylem üretmek bu beklentiyi düzeltmeye yetmedi, yetmeyecek.”

►Faizler yükseltildiğinde enflasyonun da kontrol altına alınacağı söyleniyordu. Ancak aralık ayında son 18 yılın en yüksek ikinci aralık enflasyonu açıklandı. Enflasyonun düşmesini beklemek için henüz erken mi? Daha fazla faiz artırarak enflasyonu kontrol etmek mümkün mü?
Enflasyon gibi aslında son derece karmaşık, reel ekonomideki mal, hizmet ve işgücü piyasalarındaki dengesizliklerin veya tıkanıklıkların bir sonucu enflasyon. Ama bu mekanik bir ilişki değil. Frene bastığınız zaman duran gaza bastığınız zaman hızlanan bir araba değil. Ne yazık ki böyle bir algı var. Sanki enflasyonu istediğimiz zaman kontrol altına alabilecekmişiz gibi… İktisat biliminin bazı tırnak içindeki kuralları -ki faiz bunların başında geliyor- kullanılınca enflasyonu durdurmaya yetecekmiş gibi düşünülüyor. Ne yazık ki enflasyon ileriye doğru beklentilere son derece duyarlı olan ve ileriye doğru beklentilerin de çok kolaylıkla yönlendirilemediği bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye bu konuya hiç yabancı değil. Türkiye’nin enflasyon tarihini hatırlarsanız 1970’lerin ortalarında başlamak üzere yüzde 30 ile yüzde 60 bandında bir enflasyona oturmuş ve neredeyse 30 seneyi bu şekilde geçirmişti. Bu iktisat tarihinde son derece atipik bir örnektir. Gelişmekte olan ülkeler tarihinde böyle bir enflasyon tarihi olan başka bir örnek bulmak zordur. Bunun arkasındaki neden beklentilerdi. Biz buna yapışkan enflasyon diyoruz. Şimdi 2016-2017’den itibaren başlayarak, bu cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi içerisinde makro ekonomiye müdahale edebilecek kurumların ortadan kaldırılması neticesinde, kamuoyunda enflasyon sürekli olacağına, ekonominin başıboş sürüklendiğine ilişkin beklenti oluştu. Şimdi bu beklentiyi düzeltmek için çok çok yüksek faiz vermek yeterli olmuyor. Çünkü moda deyimle piyasadaki aktörler sonuç görmek istiyor. Yani bir ay iki ay belki de daha fazla bir süre yüksek faiz vermek ya da piyasayı yönlendirecek mali disipline sadığız, yapısal reformlar yapacağız gibi çok klişe sözcüklerin peş peşe sıralandığı bir söylem üretmek bu beklentiyi düzeltmeye yetmedi, yetmeyecek.

►Peki ne gerekiyor?
Bir defa her şeyden önce Türkiye ekonomisinin genel dengesine baktığınız vakit, Türkiye her alanda gelişmekte olan ülkelerden olumsuz anlamda ayrışıyor. Türkiye çok yüksek bir cari işlemler açığı verdi, büyüme oranının sıfır, eksi veya sıfırın hemen üzerinde gerçekleştiği bir ortamda. Türkiye’nin toplam dış borçları çok yüksek seyrediyor. Merkez Bankası para politikası son derece yanlış ve kötü idare edildi, bankanın rezervlerine ciddi anlamda kuşkuyla bakılıyor. Bir dizi muhasebe oyunuyla Merkez Bankası’nın bilançosu şeffaflığını yitirdi ve güvenilirliğini kaybetti. Şirket bilançoları da bozulmuş durumda. Yatırımlarda son 3 yıldır bir önceki seneye göre negatif veya durgun bir tablo. İleriye dönük potansiyel büyüme hızını tahrip etmiş bir ekonomi. İşgücü piyasalarında aynı biçimde tahrip edilmiş, sosyal eşitlik ilkesi yitirilmiş bir ekonomiden bahsediyoruz. Evet, bir noktada deliğe bir yama yapıyorsunuz ve faizleri yükseltiyorsunuz. Ama bu sorunlarınız çözmeye yetmiyor. Özellikle cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin büyümek her ne pahasına büyümek uğruna attığı yanlış adımların sonuçlarını yaşıyoruz.

Çünkü bu uğurda Türkiye çok hızlı bir kredi büyümesi yaşadı. Son 10 senedir tarihçeye bakarsanız, üçer aylık dönemler itibariyle Türkiye’nin kredi genişlemesi 50 milyar TL civarında giderken, 2020’de Covid-19’un yarattığı panikle birlikte yüzde 50’ye varan bir kredi genişlemesi oldu. Bu 320 milyar TL’ye denk geliyor. Birikimli olarak yıllık 1 trilyon lira anlamına geliyor bu. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Yatırım yok, durgunluk var, dış borçlanma kanalları yavaşlamış, bu tip bir piyasaya 1 trilyon lira para pompalıyorsunuz.

tahribat-buyuk-beklentiler-kotu-827541-1.

Paranın da arzı arttığında fiyatı düşüyor

►Bu tip bir kredi genişlemesinin daha fazla enflasyona neden olması beklenmez miydi?
Elbette…

►Yine iyi durumdayız o zaman…
Her malın arzı arttığında fiyatı da düşüyor. Paranın da arzı arttığında fiyatı düşüyor. Yani bir TL ile daha az ekmek alabiliyorsunuz, daha az et alabiliyorsunuz. Yani maaşınızın alım gücü düşüyor. Dolayısıyla böyle bir ortamdan geçmiş bir ekonominin faizlerin düşürülmesi talimatından vazgeçilmesi, en azından bir saplantının terk edilmesi anlamına geliyordu. Ancak bir bütün olarak baktığınız vakit, “ekonomiyi ucuz paraya boğalım, böylece Türkiye batı ülkelerinin çok çok üstünde büyüsün, Batı bizi kıskanıyor efsanesine bir destek sağlayalım…”. Şimdi bu oyunun yarattığı tahribat cari işlemler açığı dengesizliği oluyor.
Peki enflasyon doğru mu ölçülüyor da bunun üzerinden yorum yapıyoruz. Bu söyleşiyi okuyanların aklına gelen ilk soru bu olacaktır sanırım…
Şimdi, güven unsuru tabi çok soyut, hayali bir şey. Fakat işin bir de şu yönü var. Enflasyon denilen şey bir sepet. Bu sepetin içinde Türkiye’de yaşayan bütün insanların ortalama tüketim kalıbı var. Bilsay Kuruç hocanın çok güzel bir sözü var; “ortalama çok karaktersiz bir kavramdır” diye. Sizin tükettiğiniz mal kümesi ile kırsal kesimde, Ankara’nın doğusunda veya İstanbul’un içindeki varoşlarda yaşayan insanların mal kümesi aynı değil. Sözün kısası, hepimizi ortak paydada buluşturan birkaç mal var. Gıda ve konut bunların başında geliyor. Sadece gıda fiyatlarına baktığınız vakit, alkolsüz içecekler ve gıda grubunda fiyatlar 1 yıl içinde yüzde 20 oranında artmış durumda. Bunun enflasyon sepeti içindeki ağırlığı ise yüzde 22. Ama vatandaş için gıdanın ortalamanın çok daha yüksek bir ağırlığa sahip olduğunu düşünürsek, o mutfağına yansıyan fiyat artışlarına odaklanıyor haklı olarak. TÜİK’in enflasyon metodolojisi bütün bu ortalamadan ayrışmaları hesaba katmıyor.

Emek örgütlerine çok görev düşüyor

►Dolayısıyla TÜİK’in enflasyon geniş kesimlerin değil, ortalamanın enflasyonu oluyor.
Kuşkusuz… Başka türlüsünü bekleyemeyiz bu tip bir metodolojiden.

►O halde ücretli kesimler için ayrı bir enflasyon hesabı yapılamaz mı?
Oktar Türel hoca, enflasyon hedeflemesine geçilirken, Merkez Bankacılığının çok revaçta olduğu böyle bir dönemde, ODTÜ’de bir konferansta şöyle bir yorumda bulunmuştu. Merkez Bankası’nda yaklaşık bin araştırmacısı var. Bunların büyük bir çoğunluğu yurtdışından doktoralı. Bunlar harıl harıl enflasyonu etkileyen başta döviz kuru olmak üzere göstergeleri takip ediyorlar. Şimdi bin tane beynin sadece ve sadece çekirdek enflasyon sepeti, üretici enflasyon sepeti, A sepeti, B sepeti, H sepeti, içinde kira olanlar, olmayanlar, bir çok enflasyon sepeti hazırlayıp, tahminlerde bulunuyorlar. Şunu demişti Oktar Hoca, bu ülkede belki 15 tane enflasyon sepeti üzerine muazzam bir akademik mesai sarf ediliyor. Fakat reel ücret, sektörlere göre ücretler, bölgelere göre ücretler üzerinden bir enflasyon tahmini yoktur. Halbuki literatürde de Adam Smith’de, Ricardo’da dahi reel ücret gıda fiyatları üzerinden, hububat fiyatları üzerinden tahmin ediliyor. Bu halktan gizleniyor. Bir de bunun alıcısı olan sendikalar, emek örgütleri seslerini yeterince duyuramıyor. Birgün gibi, Cumhuriyet gibi emekten yana gazeteler de bir manşet oluyor ve gelip geçiyor. Halbuki en önemli şey TÜİK’in reel ücretlere dayanak olacak, gıda fiyatlarına dayalı bir endeks ortaya koyması.

►O zaman AKP yetkililerinin dillendirdiği, “biz işçimizi enflasyona ezdirmedik” iddiası doğru değil, çünkü açıklanan enflasyon işçinin enflasyonu değil.
Kuşkusuz… Burada emek örgütlerine de çok büyük görev düşüyor. TÜİK’ten emeği ilgilendiren enflasyon hesabını istemek, talep etmek zorundayız.

►Hocam bu eleştiri TÜİK’e iletildiği vakit, gelen savunma genellikle TÜİK’in dünya standartlarını, Eurostat standartlarını gözeterek enflasyon hesabı yaptığı yönünde oluyor. Buna ne dersiniz?
Bu bir mazeret değil. Avrupa’da ABD’de enfalsyon yüzde 1,5 yüzde 2. Yani oralarda bir kapsam hatası yapsanız dahi bindelerle ifade edebilecek bir sapma olur. Ama Türkiye gibi yüzde 15’lerde yüzde 20’lerde dolaşan, son 3 sene içinde gıda enflasyonunun yüzde 50’lerde olduğu bir ekonomide aradaki sapmanın boyutu kopup gidiyor. Yani Avrupa bunu yapmıyor biz de yapmıyoruz demek doğru değil. Türkiye’nin çok özgün koşulları ve böyle bir veriye ihtiyacı var. Finans burjuvazisi önünü görme açısından çok çeşitli enflasyon göstergelerini talep ediyor ve Merkez Bankası ile TÜİK onlara bu imkanı sağlıyor. Finans burjuvazisinin bu talebine TÜİK’in emek cephesi açısından da cevap vermesi gerekiyor.

ÜLKENİN GELİR POLİTİKASINA İHTİYACI VAR

►Faizlerin bu şekilde yüksek seyretmesi esnaf, KOBİ ölçeğindeki işletmeleri ne şekilde zorlayacak. Reel sektörün ve finansal sektörün buna dayanacak gücü var mı? Çünkü bir de borç krizi gündemi var.
Şimdi şirketler kesiminde büyük şirketlerin kendi finansal ortaklıkları, kendi bankaları, uluslararası finans şebekeleriyle bağlantıları var. Böylece kriz dönemlerinde, büyük veya tırnak için imtiyazlı şirketlere gelir transferi yaparak ekonomi intibak eder. Şu anda bu süreci tersine çevirecek ne yapılmalı derseniz, Türkiye’nin ciddi anlamda bir gelir politikası yaratmasına ihtiyacı var. Henüz yeni gördük, otobüste yaşı ileride olduğu için indirilmek istenen bir emekçi kadın, çalışmak zorundayım diyor. Türkiye’nin de bu kaynağı olduğu inancındayım, ezbere bütçe açığımız çok yüksek demek doğru değil. İşte bir devlet bankasının büyük çaplı kredileri vergi cennetlerine göndermek üzere nasıl verebildiğini görüyoruz. Ama bu konuda siyasi irade maalesef yok Türkiye’de.

►Siyasi iradenin geniş kesimleri görmezden gelmesi çaresizlikten mi kaynaklanıyor yoksa bir tercih mi? Tercihse böyle bir tercih kendi ayağına sıkmak olmaz mı? Çünkü bir seçim gündemi de var malum.
Medyanın muazzam bir sis perdesi altında, memura müjde, emekliye müjde, Avrupa’nın en büyüğüyüz, Avrupa bizi kıskanıyor, Atlantik ötesi bir ülkeden o ülkenin olanakları ve teknolojisi ile atılan bir uydunun üzerinde Türk Bayrağı olmasından hareketle yürütülen hamaset, iktidara yakın çevrenin ayakta tutulacağını düşünüyorum. AKP nihayetinde bir koalisyon hükümeti. Bu koalisyonu ayakta tutabilmek için de rant yaratması gerekiyor. İşte otoyol projeleri, Kanal İstanbul gibi imar rantlarının kurgulanması üzerinden devam ediliyor. Yani iktidarın durumu bir çaresizlik değil, bir tercih. Evet, iktidar için çok tehlikeli bir oyun, dediğiniz gibi ayağınıza kurşun sıkma riskiniz var. Ama bu gerçekler dile getirilemediği ölçüde de bir anlamı kalmıyor.