Yargıç sordu; adınız? Sanık yanıtladı; “Tahsin Yücel!”
Sanık ilk soruyu doğru yanıtladı ve rahatladı. Ama soruyu soranın “Tahsin Yücel” adını da ilk kez duyduğunu oracıkta anladı. O anda, onu tanıyanların anlayabildiği; dudaklarından yüzüne ve oradan da gözlerine doğru yayılan “Tahsin Yücel muzipliği” çizgileri de gelip yerini aldı.
Okuryazar mısınız? Öğrenim durumunuz? İkinci soru, birinciye oranla daha zordu. Sanık olanca sakinliği ve telaşsız haliyle yanıtladı; “Üniversite mezunuyum efendim”

Üçüncü soru biraz daha zordu. “Ne iş yaparsınız?” Bu sorunun zorluğu, aslında sanık açısından değildir. Bizim açımızdan, şu an içinde bulunduğumuz müsvedde cahilliğimizi gösteren bir örnek oluşturması açısından zordu. Yargıcın, sanıktan ne iş yaptığını öğrenmesi hukuki/usulü bir zorunluluktu. Yargıç işini yapıyordu. Yargıç, sanığa ne iş yaptığını sorarak işini yapıyordu. Sanık da yargıca ne iş yaptığını söyleyerek, onun işini yapmasını ve hukukun işlemesini sağlaması gerekiyordu.

Sanık Tahsin Yücel, üniversite mezunu bir kişi olarak, ne iş yaptığının yanıtını biliyordu. Bu yüzden, ülke adına zor diye nitelediğimiz soru, onun için çok kolaydı. Ve kolaylıkla soruyu yanıtladı; “Üniversiteden emeliyim.” “Yaz kızım” dedi yargıç “İşi; emekli”
Böylece, iki binli yılların başında sulh ceza yargıcı Tahsin Yücel’i emekli etti.

O yıllarda, ABD’nin Afganistan’a müdahalesi başlamıştı. Tahsin Hocamız, Üstün Akmen Abimiz ile birlikte PEN yönetiminde çalışıyorduk. Savaşa karşı basın açıklaması yazma işini üstatlarım bana vermişti. Ben de her zamanki aklıevvelliğimle oldukça sert bir açıklama yazmıştım. O yıllarda şimdiye göre bazı şeyler daha dolayımlıydı. Hoşuna gitmeyen konularda cumhurbaşkanı hakaretler savurarak, savcılara doğrudan emir vermiyordu. Bunun yerine ilgili birim göreve girişiyordu. Yasal denetim geçirmiş olmamıza karşın, bizi de Dernekler Masası yeniden denetledi. Tüm kayıtlarımız Alpay Kabacalı gözetiminde tutulduğundan, herhangi bir eksiklik bulmaları olanaksızdı. Ama polisimiz için olanaksız yoktur. Derneğin tüm harcamalarının “belgeli” olması kuralını, polisler “fatura” olarak yorumladılar. Çok gülünç tutarda bir kırtasiye parasının yazarkasa “fişi” ile kaydedilmesini eksiklik saydılar. Böylece, “Fatura yerine fiş kullanma” suçu ve davası nedeniyle PEN yönetimi sanık oldu. Böylesine küçük bir dava ile anılmak istemeyeceklerini düşünerek, yaşayan diğer saygıdeğer üyelerin adlarını burada yazmıyorum. Bir de, onun adına anma yapan akademisyenlerin adını yazmıyorum. Malum, ihbar sayılır, başlarına bir iş gelir.

Sonuçta biz gittik, “Fatura yerine fiş davası” sanıkları olarak yargılandık… Sorun böyle bir “prestişsiz” dava ile yargılanmak değil. Sorun, polisin tutumu da değil. İnceleme yapan polislerle, üye defterindeki ünlü yazarların fotoğraflarına, hatıra defterine bakan liseliler gibi birlikte bakmıştık. Bular sorun değil. Sorun, iki binli yıllarda ve şimdi “Türk” yargıcının Tahsin Yücel’i tanımayıp, emekli etmesi/yazması!
Yargıç ya da muhtar; kitap okumayabilir. Ya da kitap okur, ama Tahsin Yücel’i hazzetmeyebilir. Dert değil. Muhtarı geçtim, bir “Türk” yargıcı Tahsin Yücel’i bilmek ve tanımak zorundadır. O gün bilmedi ve “emekli” etti.
Bundan elbette Tahsin hocanın bir gocunması olmadı. Tam tersine, muzipçe haz aldığı açıktı. Üstelik yargıç tarafından “emekli” edildikten sonra yedi sekiz tane daha kitap yazdı.
Sahi, Sorbon’dan yetişmiş kaç muhtarımız var?

Haftaya dize; “her ölüye mezar olur yüreğim, adları bayrakları dışarda kalır”