4-5 yaşlarında minicik bir oğlan çocuğu, camın arkasından babasına şöyle diyor: “Annem diyor ki, sen hapisten çıkınca sakalım olacakmış ve 23 yaşına basacakmışım. Bu doğru mu?”

Escape from Pretoria/Pretoria’dan Kaçış (2020) filminin en çarpıcı sahnelerinden biri buydu: Politik suçlu Leonard ile oğlunun görüş günü.

Pretoria’dan Kaçış, gerçekten yaşanmış olaylara dayanan anti-faşist bir ‘hapishaneden kaçış’ filmi. Timothy Jenkin ve Stephen Lee adlı iki Güney Afrikalı beyaz genç, propaganda broşürlerini havaya saçarak dağıtan yaylı bir mekanizma geliştiriyorlar. 1978’de Cape Town’ın işlek caddelerinde ırkçı Apartheid rejimine karşı ANC’nin (Afrika Ulusal Kongresi) propagandasını içeren broşürleri bu mekanizmayla dağıttıkları için cezaevine atılıyorlar. Tim 12, Stephen 8 yıla mahkûm oluyor. Pretoria Hapishanesi’nin kapısından girdikleri andan itibaren nasıl kaçacaklarını düşünmeye başlıyorlar. Tim gardiyanların eski usul kocaman anahtarlarla tüm kapıları açabildiğini fark edince, ahşap atölyesinden aşırdığı malzemelerle tahta anahtarlar yapmaya başlıyor. 23 yıla mahkûm olmuş Leonard da (gerçek hayatta bir diğer ANC üyesi olan Alex Moumbaris) bu gençlere katılıyor.

Bu üç arkadaş, 1 buçuk yıla yakın bir süre boyunca sürekli deneyip sürekli yanılarak, ama hiç vazgeçmeden, hücreden ana kapıya kadar tüm kapıları açacak bir dizi tahta anahtar yapıyor ve Aralık 1979’da kaçmayı başarıyorlar.

Filme yöneltilen eleştiriler genellikle senaryonun hapishane dışı politik ortama çok az değinmesinde yoğunlaşıyor. Bu epey haklı bir eleştiri; iki gencin yaylı broşür düzeneklerini caddeye bıraktığı açılış sahnesiyle ırkçı yargıcın hükmü vahşice açıkladığı kısa mahkeme sahnesi dışında Güney Afrika’daki zulme dair açık ve doğrudan bir şey söylenmiyor. Gardiyanlar cezaevinin ayak işlerini yaptırdıkları Potluck adlı bir siyaha çok zalim davranıyor ama bu anların filmdeki durumu da varla yok arası.

Ama Pretoria’dan Kaçış tam da bunu amaçlıyor zaten; Apartheid zulmü azıcık tarih bilen herkesin malumu olduğu için, travmatize edici faşist baskıları tekrar dile getirmek yerine onlardan kurtulma çabalarına yoğunlaşan bir hikâye anlatıyor. Yapıldığı dönemi çok iyi yansıttığı da ortada: PutinRTETrumpgiller dünyasının özellikle son yıllarında zulüm o kadar hız ve yoğunluk kazanmış durumda ki, bu zulme karşı çıkanların çabasını dile getirmeye niyetli anlatıların uzun uzun baskı sürecinden söz etmesi çok da gerekli olmayabilir. Örneğin ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve kapitalist sömürü ABD’de yeni bir şey değil, ama son 4 yıllık Trump yönetiminde akıl almaz boyutlara ulaştı. Ya da şöyle örnekleyebiliriz: AKP 2002’den beri iktidarda, ama neo-liberal faşist doğası 12 Eylül 2010’da yapılan referandumdan sonra iyice belirginleşti. Yani 18 yıl, son 10 yılda toplandı. 2013’ten sonraysa baskı en yoğun halini aldı. Yani 18 yıl aslında şu son 7 yılda toplanmış oldu. Gezi Direnişi sırasında gençlerin öldürülmesi tartışılırken RTE’nin yaptığı “Şimdi soruyorlar 'Polise talimatı kim verdi?' diye. Polise talimatı ben verdim.” açıklamasını düşünün; 7 yılın, 10 yılın, 18 yılın özeti de orada yatıyor işte…

Sonuçta film isminin karşılığını veriyor: Bu muhalifler, faşist Pretoria’dan nasıl kaçtılar? Bunu yaparken de aslında şöyle basite indirgenebilecek bir söylem düzeni geliştiriyor: Yeterince çalışırsanız, parmak kadar bir tahta parçasıyla bile faşistleri yenebilirsiniz.

Bunun bugünün koşulları açısından ne kadar gerçekçi bir önerme olduğu tartışılabilir tabii, ama gencecik insanların gaz fişekleriyle, polis coplarıyla, yandaş tekmeleriyle, ölüm oruçlarıyla katledildiği, masumların cezaevine tıkıldığı bir dönemde tahta parçalarını işlemek, gözümüzü o anahtar deliklerine dikmek, her şeye rağmen iyi bir başlangıç olabilir.