Şimdi çark ettim. Ne ahlâkı dönüştürmeye ne kötülüğü kurcalamaya çalışıyorum. Cinayetin estetiğine gelince, o lafı ağzıma bile almıyorum. Geri vitese taktım, son sürat geriye gidiyorum

Takke düşmedi ama kel görünüyor

Altay Öktem

Babaannelerimiz ne şanslıymış. Sedirde bağdaş kurup, buğulu gözlerle pencereden dışarı bakarak “Ah, nerede o eski bayramlar,” ya da “Buralar hep dutluktu, aha şuracıkta kuyudan su çekerdik,” deyip hüzünlenmek herkese nasip olmaz.
Bizimse bayramı seyranı, dutluğu kuyuyu özleyecek lüksümüz yok uzun zamandır. Eskiden kurduğumuz hayalleri özlüyoruz sadece. Daha yeni anladık: Nostaljinin bile somutu güzelmiş. Soyutu fena!

Toplumun ilerisine mi geçmiştik, yoksa kendimizin gerisini mi unutmuştuk bilmiyorum ama, klasik anlayış bir yana, modernizm diğer yana, postmodernizmi bile aşmış, kavramların derinliğinde kazılar yaparak gerçeklikle oyun hamuruyla oynar gibi oynamaya niyet etmiştik. Halt etmişiz.

Mesela taa yirmi yıl önce, hangi akla hizmetse artık, şiir hayattaki şiddeti yumuşatır, estetik hale getirir de öyle sunarsa, sisteme hizmet etmiş olur, diye düşünerek şiirin bir karşı-şiddet unsuru olması gerektiği üzerine yazılar yazmışım.

Şimdiki aklım olsa, şiddetin “ş”sini almazdım ağzıma. Toplumun pusuda bekleyen kısmı, bir anda atağa kalkıp şiddetin sadece karşısını değil, kenarını, köşesini, ucunu, bucağını toptan zimmetine geçirdi işte. Güya kavramların yeniden değerlendirilmesine neden olacak bir eğritileme yapacaktım. Şapa oturdum. Aradan geçen sürede, şiddet dahil, neredeyse bütün kelimelerin anlamını değiştirdiler. Kelimeler aynı kaldığı halde anlamları değişiyorsa, orada dil değil, hayat tehlikede demektir. Bu gerçeği fark edememişim.

Mesela Ece Ayhan’ı bayrak olmasa da, bir nevi flama gibi göğsümüzde taşıyarak o klasik “ahlâk” anlayışı yerine “etik” değerleri arıyorduk. Ne yalan söyleyeyim, etik hakkında ciltlerce kitap okudum. Tartışılmaz kurallardan oluşan ahlâk yerine, sorgulamayı savunan etik’i sanata nasıl yansıtırım diye çok kafa yordum. Bir de baktım ki, birileri hiç kafa yormadan, kitap falan karıştırmaya da gerek duymadan, toplumun şu kesimini şunlara düşman edelim, bu kesimle şu kesim arasına nefret tohumları ekelim, üstüne bir tutam da siyasal İslam serpiştirelim, zaten herkes birbirini kırmaya başlar, arada biz de bal gibi yönetir gideriz, diye düşünmüş bile. Al sana ahlâk! Ben daha önümdeki kitapların yarısını okuyamadan, karşı çıktığım ahlâk anlayışı, ahlâk kisvesindeki ahlâksızlığa dönüşüverdi. Etik de arada kaynadı zaten. Ne diye ahlâk’ı yok saymaya kalkmışım? İyi kötü idare ediyormuşuz meğer.

Bu da yetmezmiş gibi, Baudelaire’ın Kötülük Çiçekleri’yle yetinmedik, Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı”nı iki ucundan tutup aralamaya, hatmetmeye çalıştık. Sırada LaVey’in “Şeytan’ın İncili” vardı. Ona vakit kalmadı. İyi de oldu aslında, o kadar da abartmamak lazımdı. Sanki memleket güllük güneşlikti de karanlığın içinden yansıyan ışığı keşfetmeye, kötülüğün yaratıcı dinamizmini yabana atmayıp, ondan da beslenmeye kalkışmıştık. Ne yalan söyleyeyim, ben daha Kötülüğün Şeffaflığı’nı içselleştirip, kötülüğün nasıl dönüştürüleceğini kafamda netleştiremeden, bir baktım ki, şeffaflık ne kelime, kötülük transparan olmuş bile. Basbayağı kötülüğün içi görünüyor!

Bir itirafta daha bulunayım: Vakti zamanında, artık nasıl bir gaflete düştüysem, cinayet üzerine şiirler yazmıştım. Kolay olmadı tabii. Kusursuz cinayet olmaz ama estetik cinayet olabilir pekâlâ, hem neden olmasın ki, diye düşünüp, disiplinler arası sanat araştırmalarına gömülmüştüm. Bir ara kafamı kitaplardan kaldırıp baktım ki, pencerelerde perde kalmamış! “Kefenimi giydim” diyen perdeyi vücuduna dolamış, sokaklara salmış kendini. Bir zamanlar topluma nasıl yukardan bakmışsam artık, kan davalarını, namus cinayetlerini eleştiren yazılar da yazmış, bunu toplumun geri kalmışlığı sanmıştım. Yıllar var ki bir kan davası haberine bile rastlamadım. Cinayet sıradanlaştı. Evde dizi seyretmekten sıkılınca toplanıp başkalarını linçe gidenler aldı bunların yerini. Karşı çıktığımız kan davası bile demode oldu, ne kana ne davaya gerek duymadan millet birbirini rasgele öldürür oldu.

Şimdi çark ettim. Ne ahlâkı dönüştürmeye ne kötülüğü kurcalamaya çalışıyorum. Cinayetin estetiğine gelince, o lafı ağzıma bile almıyorum. Geri vitese taktım, son sürat geriye gidiyorum. Yanlışlıkla ileri gideceğine, bilerek geriye gitmek evladır. Pastoral şiirler yazıyorum mesela. Çimenlerde sırt üstü uzanıp göğe bakalım, diyorum. Kuşun uçuşu mucizedir, diyorum. Kentleri betonlaştırma, parkları bile dozerle yıkıp yerine beton dökme ideolojisine karşı, sanatın işlevi kuşun kanat çırpışını hatırlatma seviyesine geri dönmektir artık. Hatta bazen kendimi kaptırıp kişisel gelişim kitabı ağzıyla konuştuğum da oluyor. Çocuklar diyorum, bırakın içinizde filizlenen sevgi tomurcukları dışarı taşsın. Pozitif enerjinizi kendinize saklamayın, salın gitsin. Utanmasam evrene güzel mesajlar yollayın da diyeceğim ama o kadarına dilim varmıyor artık. Kötülüğün sınırları o kadar zorlandı ki, iyiliğin felsefesini yapmaya gerek kalmadı. Kuşlara yem atın, çocukların başını okşayın seviyesindeki iyilik anlayışına dönmek bile ilericiliktir artık.

Unutmamak lazım: Takke düştüğü halde kel görünmüyorsa, vaziyet sandığımızdan kötü demektir. Takke düşmediği halde kel görünüyorsa, o zaman eyvah, iş işten geçmiştir.