Gözümün önünden o eski yılların şenlikli, sararmış fotoğrafları hızla geçip gidiyor. Aklıma takılıyor, neden Taksim demişler ki bu meydana? Kitaplara bakılırsa 1600’lü yıllarda mezarlıkmış burası. Yıllar içinde her şey gibi değişmiş. Ölenler o toprakların derinlerindedir, cennet cehennem işte artık her şey toprağa karışmıştır. Ölümle ilişkisi hiç bitmeyen bu meydan neyi bölmüş de adına Taksim demişler peki?

Taksim neyi bölüyor?

İstanbul’da İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti’nin pencerelerinden Taksim’e bakıyorum. Anlamsızdan öte, hani “kitsch” mi diyorlar işte öyle, ne ad vereceğimi bilemediğim bir takım şekil dizilmiş, hoyratça yıkılışını izlediğim Atatürk Kültür Merkezi’nin bulunduğu caddeye karşı. Şişli tarafına giden caddenin başlangıcında ise bayraklarla süslü “festival” çadırları var. Festival dediklerinin festivalle bir ilgisinin olmadığını merak edip iki taraflı dizilmiş küçük dükkanları gördüğümde anladım. Pazar yeridir.

Daha çok kermes havasında küçük dükkancıklarda bir şeyler satma umuduyla bekleşiyor insanlar. Bir köşede yığılmış beş liraya “bestseller” aşk ve macera romanlarının arasında eski Hayat dergileri duruyor; birinin kapağında mahzun kraliçe Süreya’nın fotoğrafı var. Taksim bütün bu zavallı, boşuna çabaya karşın beton meydan olmakta kurtulamıyor. Kurtulamıyor, çünkü betondur.

Meydanın İstiklal Caddesi’ne yakın tarafında tramvay raylarıyla çevrili küçük tören alanında ise kurtuluş savaşını simgeleyen anıt artık küçücük, yapayalnız kalmış gibidir. Eski zamanlardan kalma bir tek o var. Anlattığı da kendisi de eskidir. Eskitilmek, yok edilmek istendiğinden eminim ama belli ki zamanı gelmemiştir.

Maksem’in dağıttığı
Gözümün önünden o eski yılların şenlikli, sararmış fotoğrafları hızla geçip gidiyor. Aklıma takılıyor, neden Taksim demişler ki bu meydana? Kitaplara bakılırsa 1600’lü yıllarda mezarlıkmış burası. Yıllar içinde her şey gibi değişmiş. Ölenler o toprakların derinlerindedir, cennet cehennem işte artık her şey toprağa karışmıştır. Ölümle ilişkisi hiç bitmeyen bu meydan neyi bölmüş de adına Taksim demişler peki? Bölmemiş aslında, dağıtmış, Beyoğlu’nun suyunu dağıtan Maksem hala orada duruyor. Tuhaf küçük bir yapı, büyük bir alanı kapsayan teşkilatın kumanda merkeziymiş bir zamanlar, şimdi müzedir. Arkasında sonraki yılların, 1 Mayıs 1977 sabıkalısı Sular İdaresi var. Bir cami inşa ediliyor şimdi orada o eski suç mahallinde; iki minaresi, büyük kubbesiyle kocaman bir yapı, karşıdaki tarihi kiliseden daha büyük olacağı, meydana hükmedeceği anlaşılıyor.

Hatırlıyorum, halkın dini inançlarını kullanarak oy toplamaya meraklı muhafazakâr politikacıların iki vaadinden birisi “Taksime cami yapmak”, diğeri, hâlâ pirim yapanı ise “Ayasofya’yı ibadete açmak”tı. “Taksime cami” meselesi artık tamamdır. Meydanın karşısındaki Gezi günlerinde üstündeki devasa afişlerle canlı bir anıta dönüşen Atatürk Kültür Merkezi karşı konulmaz bir inatla yıkıldı; yenisinin yapılacağı söyleniyor. İki kültür karşı karşıya gibidir gerçekten de. Ama Taksim’in böldüğü bu iki kültür dünyası değil. İlk bakışta akla gelen zevksizliği çoğalttığı, özelikle akşamları akın akın gelenlere dağıttığı söylenebilir mi? Bana sararsanız başka şeylerin yanı sıra evet zevksizliği, gecelerin karanlığında ise ölümü çoğaltıp, dağıtıyor şu sıralarda Taksim.

Sular İdaresi’nin duvarları
Oysa bir zamanlar direnişi, isyanı, umudu çoğaltır, dağıtır, taksim ederdi insanlara. Sonra ölümü getirdiler, Maksem’in oradan, Sular İdaresi’nin duvarlarının üstünden uzun namlulu silahlarla ölümü rastgele taksim ettiler gelen işçilerin, aydınların üstüne. Ölenler oldu. Sonra hep oldu. Öyle oldu ki, kazanmanın aracı olarak ölümü benimseyenler, gösterenler artık sayı üzerinde kafa yormaz oldular. Ne kadar becerebilirlerse, ne kadar kırabilirlerse. Taksim ölümü yalnız İstanbul’a değil, bir zamanlar Haydarpaşa’dan kalkan kara trenlerin en ünlü durağı olan Ankara Garı’nın önüne gönderdi. Suruç’a giden de buradan taksim edilmişti besbelli. Eminim Taksim Meydanı’ndan Sular İdaresi’nin üstünden, o ünlü otelin yedinci katından taksim edildi ölüm yurdun çeşitli yörelerine, kentlerine, kasabalarına. Merkezi orasıdır ölümün.

Çünkü ölümün hayat bulduğu yer orasıdır, orada yendi bizi ölüm.

Ölüm insanı hayattan koparandır. Cebinde son kalan 10 lirasıyla hayatına son veren öğretmendir, çocuklarını yanan sobayla bırakıp yan odada usulca gidiveren annedir ya da. Belki de yığınlar halinde küçücük teknelere, takalara binerek ucunda azıcık umut ışığının bile yanmadığı yolculuklara çıkanların tatil beldelerinde karaya vuran çocuklarının bedenleridir.

Ölüm İspanya’da Franco yandaşlarının sloganıydı, “Viva La Muerta” “yaşasın ölüm” diye bağırırdı onlar. Almanya’da Hitler’in toplama kamplarının, gaz odalarının günlük pratiğidir. Zulüm emekçilerin üstüne yürüdükçe onlar da kurtuluşu ölüme karşı direnmekte arayıp bulduklarında “ölüm nereden gelirse gelsin...” derlerdi. Ölüm kısacası hayatın izdüşümüdür. Nerede ölüm varsa orada hayat olmalı. Önemli olan “kim kazanacak” sorusudur, ölüm mü hayat mı?

Ölüm her yerde hayat susuyor
Pencereden bakıyorum, akşamın alaca karanlığında Taksim Meydanı’nda gezinenlerin sayısı artıyor. Arap turistlerin sayıca üstünlüğünü gözle görebilirsiniz. Buraya gelirken de mağazaların lokantaların bu yeni kalabalığı çekmek için gösterdikleri yoğun çabanın işaretlerini hüzünle seyretmiştim. “Restoran el Medina” yazıyordu birinin tabelasında, Bir başkası Arap alfabesini tercih etmişti, taksi şoförleri ise “Arap’tan gayrısını almam” havasındaydı. İktisatlılar Evi’nin salonunun Taksim’e bakan pencerelerine sırtımı dönüyorum artık, gece başlıyor. Taksim dolaylarının gecesi bir başka dünyaya açılır. Orada geceleri başka şeyler taksim edilir, paylaşılır, paralı zevklerin pazarlığı başlar karanlıkla birlikte.

Burada, cemiyetin lokalinde ise İktisat öğrencileri Ümit Şenesen’i dinliyorlar. Ümit burada onlara zorlandıkları kimi konuları anlatacak, sonra öğrencisinin dersini dinlemeye gelmiş “ben şimdi onun öğrencisiyim” diyen Yücel Candemir Hoca’yla birlikte Beyoğlu’nun salaş meyhanelerinden birine gideceğiz. Üç sokak ötede belki ölüm bir hayatı sona erdirmek üzere olabilir, bilmiyoruz, biz dostlarımızı, hiç durmadan, heyecanla tehlikeyi, kurtuluşu anlatmaktan vazgeçmeyen, durum nedir sorusunun yanıtlarını bıkmadan usanmadan anlatan zamanımızın hacelerini uzaktan selamlayacak, kendi sevgili ölülerimizden söz edeceğiz. Aydın’ı, Ertan’ı, Öcal’ı anacağız birer kadeh rakıyla. Gecenin sonunda Taksim Meydanı’nı boydan boya bir kere daha geçip Sıraselviler’e saparken, Kazancı Yokuşu’nda soluklanacağım. Orada tekrar aklıma gelecek Taksim’in neleri taksim ettiğini; Sular İdaresi’nin duvarları üzerindeki karanlık silüetlerin coşkulu kalabalığı uzun namlulu tüfeklerle nasıl taradığını bir kere daha göreceğim.

Taksim artık Beyoğlu’nda su taksim işinde değil, bütün Türkiye’ye ölüm dağıtıyor. Ne zamana kadar sürecek bu taksimat? 76’nın, 77’nin coşkulu 1 Mayıs kitlesinin son denemesi Gezi’ydi. Taksim o günlerde yine canlanmış, Gezi Parkı direnişi, betonlaşma, kışla projesiyle yeşili yok etme planlarını durdurabilmişti, Ama sonra ölüm bir kere daha baskın çıktı. Uzundur liste, ekmek almaya giderken öldürülen kalın kara kaşlarıyla hiç gözümün önünden gitmeyen Berkin’e kadar uzun bir listedir Gezi’deki kayıplarımız. Bir kere daha ölüm ağır basmıştı Taksim’de.

Ama biliyorum Taksim’in de ülkenin de kaderi o günlerde Türkiye’nin hemen her yerinde “hey biz buradayız, bir yere gitmedik” diyenlerin elindedir. Onlar tekrar Taksim’e gelmeden, adını bir kere daha değiştirmeden meydanın, ölüm de zulüm de gitmez buralardan...