Son haftalarda yazılarımda ağırlıklı olarak tüketim-üretim ilişkisi ve düzenlenmesini ele alıyorum. Bu zamana kadar, bu alanlara kâr amacı güden kapitalist ideolojiyi benimseyen şirketlerin hakim olduğunu gösterebildiğimi umuyorum. Tabii başka bir tüketim kültürü ve ekonomisini tahayyül ederken, doğanın artan ve doyumsuz biçimde tüketimi ile toplumsal yaşantının buna uygun biçimde üretimini birbirine bağlı şeyler olarak düşünmenin önemini de.
Bu yazıda ise bu konuya dünyanın farklı yerlerinde süren mahalli, yerel, ulusal, uluslararası ölçeklerde büyüklü küçüklü gelişmelerden ikisi üzerinden değinmek istiyorum.

İlk olarak İklim için Yurttaşlar Meclisi’nin önerilerine değineceğim. İklim için Yurttaşlar Meclisi (Citoyenne pour le climat) geçen yıl Fransa’da oluşturuldu. Meclisin kuruluş amacı 2030 yılına kadar sera gazı emisyonunu 1990’daki değerlere kıyasla yüzde 40 azaltmak için sosyal adalet çerçevesinde neler yapılabilir sorusunu tartışmak ve buna yönelik öneriler geliştirmek. 8 ay süren tartışmalar sonucu ortaya çıkan 149 öneri kamuoyu ile de paylaşıldı. Bu öneriler farklı hedeflere göre gruplandırılıyor. Meclisin internet sayfasında tüm alanlara ve sürece ilişkin detaylı bilgiler bulunuyor. Ben şimdilik öneriler arasında yer alan tüketim temasına değineceğim.

Tüketime ilişkin öneriler arasında şunlar göze çarpıyor: Bir ürünün üretiminde ortaya çıkan sera gazı emisyonunun alışveriş esnasında ifşa edilmesi, ürüne göre reklamcılığın sınırlandırılması, çevreci ambalajlama, tüm bu süreçlerin Fransız eğitim sistemine entegrasyonu ve çevresel ihlallere karşı yaptırımlara ilişkin kamu politikaları. Meclisin sunduğu öneriler tüketimin ekolojik ve toplumsal adaleti gözetecek şekilde ne gibi düzenlemeleri içerebileceğine dair verimli bir zemin oluşturuyor. Bu bakımdan Meclis’in, tüketime ilişkin sorunların kaynağı olan kamu politikaları, pazarlama stratejileri ve üretim yöntemlerini aynı ölçüde dönüştürmeyi hedeflemesi önemli. Gelgelelim önerilerin değerlendirilme ve uygulama süreci soru işareti oluşturuyor.
Diğer örnek ile de uygulama seviyesinde bu meselelerin nasıl somutlandırıldığına bakabiliriz.

Avrupa Komisyonu bir süredir çevre dostu, sağlıklı ve adil bir gıda sistemi yaratmaya yönelik

“Farm to Fork (F2F)” -Çiftlikten Çatala- strateji dokümanı üzerinde çalışıyordu. Geçtiğimiz ay yayımlanan strateji, koronavirüs gibi kriz zamanlarını gözeterek gıda sistemini daha dirençli hale getirmeyi hedefliyor. Burada tüketicilerin artan nitelikli gıdaya erişim talebi ve ekolojik kriz de önemli bir yer tutuyor. Dokümanda pestisit kullanımının azaltılması ve organik üretime geçilmesi ile gıdaya erişim süreçlerinin yeniden düzenlenmesi gibi hedefler bulunuyor. Fakat stratejinin uygulamada neye dönüşeceğine baktığımızda, örneğin endüstriyel hayvancılığın ve tarımın süreceği görülüyor. Dolayısıyla çevre dostu, sağlıklı veya adil bir gıda sistemi yaratma iddiasını gerçekleştirmesi mümkün görünmüyor.

Her iki rapor da özellikle de gıda sisteminin yeniden düzenlenmesi gerektiği tespitini ortaya koyuyor. Bununla birlikte, gıda sistemindeki bir yenilenme için tüketim ve üretim süreçlerini bir arada ele almanın önemini de gösteriyorlar. Bunu yaparken de Covid-19 ve iklim krizi, ekolojik kriz ve tedarik sistemleri gibi sorunları temel almaları da değerli. Fakat uygulamaya yönelik politikalara karar verilirken, ikinci örnekte gördüğümüz üzere mevcut işleyişi değiştirilmemesi sorunu çözmeyi imkânsız hale getiriyor. Bu da aslında tüm bu sürecin halktan uzak ve demokratik bir müzakereden muaf bir şekilde çözülemeyeceğini gösteriyor.