41 maden emekçisinin yaşamının yitirdiği Bartın Katliamı’nda Ahatlar Köyü’nden üç işçi yaşamını yitirdi. Cenazeye katılmak için köye gittiğimizde başta Soma olmak üzere benzer katliamlarda görev yapmış avukatlar, madene gittiklerinde “Müdürün” talimatı ile maden çıkarıldıklarını anlattılar. Talimatı veren müdürün Müessese Müdürü olduğunu söylediler. Oysa şüpheli olma ihtimaline binaen tüm yöneticilerin (kurtarma işlemleri için zorunlu olanlar hariç) uzaklaştırılması ve madenin “olay yeri” olarak muhafaza altına alınmış olmalıydı. Ayrıca bu tarz bir soruşturmanın doğrudan Cumhuriyet savcılarınca yürütülmesi gerekirdi. Avukatlar bunun yanında, soruşturmayı yürüten savcılarla görüşme taleplerinin “Avukatlarla görüşmüyoruz diyerek” reddedildiğini anlattılar. Aynı savcıların belki de “suçun hukuki ya da siyasi sorumlusu olan/olabilecek üst düzey yöneticilerin, bakanların hatta il/ilçe başkanlarının görüşme taleplerini reddedip edemeyeceklerini” cevabı belli bir soru olarak bırakayım. Yazıyı yazarken tam altı gün sonra madende elde edilen delillerin savcılığa teslim edildiğine dair haberler çıktı. Bu altı gün boyunca delillere müdahale edilip edilmediği belli değil henüz.

***

Bir haber daha düştü haber sitelerine: 10 Ekim 2015 tarihinde 103 yurttaşımızın hayatını kaybettiği Gar Katliamı Davası’nda Yargıtay, tam yedi yıl sonra olay yeri incelemesi ve bomba imha ve olay yeri ekiplerinin dinlenmesine karar vermiş.

Olayın/suçun ortaya çıktığı andan itibaren hukuka uygun ve etkin soruşturma yöntemleri ile “maddi gerçeği açığa” çıkarmayı amaçlaması gereken ceza soruşturmasının, hukuki ve siyasi sorumlulukların üzerini örtme amacıyla yürütülmesi işte böyle sonuçlara yol açıyor. Bu bazen Bartın’da olduğu gibi daha soruşturma aşamasında, bazen de Soma’da olduğu gibi Yargıtay aşamasındaki müdahalelerle gerçekleşiyor.

Geriye yaygın bir cezasızlık, vıcık vıcık bir hamaset, dini istismar ve pervasız bir sömürü kalıyor. Adeta devasa bir “yalan dünya” yaşadığımız ülke. Sadece yargıya ilişkin değil üstelik bu “yalan” durumu.

İşte akademimiz: CHP Bilim Platformu raporuna göre bilim insanlarımız 2002 yılında uluslararası düzeyde 15 atıf alırken 2017 yılında bu sayı 0,4’e kadar düşmüş. Türkiye, Hindistan ve Nijerya’dan sonra “şaibeli, sahte ve para karşılığı en çok tez ve makale yayımlanan üçüncü ülke” konumuna gelmiş. Ne mi oluyor bu sahte tezler? Birçoğunu medyada da gördüğümüz tek görevleri ve yetenekleri iktidarın yalanlarına entelektüel kılıf bulmak olanlara akademik unvan oluyor.

İşte sendikalarımız: 41 madencinin yaşamını yitirdiği iş katliamı sonrası en azından sorumluların açığa çıkarılmasını talep etmesinin bekleneceği Sendika Başkanı “Grizuyu işçi arkadaşlarımızın fark etmesi mümkün değil. Bütün cihazların anti-grizu özelliği var. Bir eksik olduğunu düşünmüyorum” diyerek faturayı ölenlere çıkarıyor. Diğer sendikalarda da bir hareket görülmüyor.

İşte mülakatlarımız: Yazılı sınavı iki kez yüksek puanla kazanan hakim/savcı adayı mülakat belgesine ulaşınca 1,5-2 dakikalık görüşme sonucunda “sınavı kazanmamasını” sağlayacak bir puanla elendiğini öğrendi. Nerede ise tüm mülakatlarda olduğu üzere kimin kazanıp kimin kaybedeceğine çok önceden karar verildiği mülakatın sadece buna hukuki bir gerekçe oluşturduğu anlaşılıyor.

İşte ihalelerimiz: En çok değiştirilen mevzuat olma özelliği taşıyan kocaman bir ihale mevzuatımız var ama kimin hangi ihaleyi alacağı çok önceden zaten belli oluyor.

İşte Yasama Organımız: Genel başkanlarının verdiği talimatlara kanun kılıfı geçiren, virgülüne bile dokunmaya cesaret edemeyen, onun işaret ettiklerini seçen -aslında onaylayan-, tozlu raflarda kalan araştırma komisyonları ile toplumsal tepkileri soğuran seyirlik bir platform. En son boşalan RTÜK üyeliğinin AKP’de kalması için yapılan fırıldaklara bakmak yeter.

İşte Anayasa Mahkememiz: Belli isimleri üye yapabilmek için kanuna karşı hile yapmaktan bile çekinilmiyor.

İşte sınavlarımız: Son yıllarda şaibe karışmamış bir sınav hatırlıyor musunuz?

Bu örneklere onlarcası daha eklenebilir.

***

Üst kurullarımız, etik kurullarımız, müfettişlerimiz, güvenlik bürokrasimiz, meclislerimiz, mevzuatımız var ama hiç birisi işlevini yerine getirmiyor. İşlevini yerine getirmek bir yana varlık nedenleri ne ise tam tersine hizmet ediyorlar. Bir de sahiden “varlarmış” gibi davranıyorlar. Ülkeye de bu yalan dünyayı yaşamak kalıyor. Gittikçe sayıları azalan, bir avuç bürokratın, hukukçunun, akademisyenin, emekçinin çabalarıyla ayakta kalmaya çalışıyoruz.

Tam da değişimin en elverişli dinamiklerinin ortaya çıktığı ve seçim sürecinin başladığı bugünlerde; yaşamak zorunda kaldığımız bu yalan dünyadan kurtulabileceğimiz tercihlerde bulunmazsak ülkenin tamamı bir “suç yerine” dönüşecek. Özellikle kamuoyu yoklamalarına kararsız olarak geçen çoğu genç seçmenin tercihlerini “bu yalan dünyadan” yana kullanmamalarını ümit ediyorum.