ONUR AKYIL Dünya tuhaf şeyler yaşatır insana; insanı gerçekten tuhaf olan şeylerle sınar. Yabancısı olmadığınız şeylere yabancı olmak gibi mesela… Dağ ve Doğu dendiğinde işleyen, kendini ortaya çıkaran ama hep bastırmaya çalıştığınız bir ezberiniz vardır; şaşmaz, yaşar. Seksenlerin başlarından bu yana gittikçe aratan bir gürültüyle yerleşmiştir zihninize. İstemsiz silah sesleri çınlar kulağınızda. Televizyonda, haberlerde akıp […]

Tanıdık yabancılar

ONUR AKYIL

Dünya tuhaf şeyler yaşatır insana; insanı gerçekten tuhaf olan şeylerle sınar. Yabancısı olmadığınız şeylere yabancı olmak gibi mesela… Dağ ve Doğu dendiğinde işleyen, kendini ortaya çıkaran ama hep bastırmaya çalıştığınız bir ezberiniz vardır; şaşmaz, yaşar. Seksenlerin başlarından bu yana gittikçe aratan bir gürültüyle yerleşmiştir zihninize. İstemsiz silah sesleri çınlar kulağınızda.

Televizyonda, haberlerde akıp giden insanlar vardır. Ağzına kadar dolmuş bir dolabın kapağı birden açılmış ve dolabın içindekiler yere dökülmeye başlamıştır sanki. Fakat enteresan ki dolap her ne kadar sınırlı bir alan da olsa içi, dökülmesi, dökülenleri bitmez. İzlenir, duyulur, öfkelenilir, taraf olunur ve yine enteresandır ki dolaba vurulur, dolaba vurulur, dolaba vurulur ama dolabın içindekilerin yere dökülüşü ne biter, ne aksar, ne de değişir.

İnsan politik olan ve dolayısıyla sosyolojik olan açısından her şeyden çok kılcal bir damara benzer; durmadan kan taşır hücrelere, organlara. Sonra taşıdığı kanı tanıyamaz hale gelir, yalnızlaşır. Bir şeyler sürekli aynı biçimde tekrar ettiğinde, her şey kurallara riayet ederek işliyor olsa bile büyük bir yabancılaşmayı da yanında getirir. Öyle çok tekrar vardır ki anlamsızlaşır; insan bir yerden sonra yalnızca bu yabancılaşmaya öfkelenmeye, onu kendine düşman etmeye başlar. Üstelik yalnızca bu meselede değil, hayata dair, dünyanın, yaşamın her yerinde tüm meselelerde böyle işler bu süreç.

CESUR BİR İLK ROMAN

Abidin Parıltı’nın, Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan ilk romanı ‘Koz’ buralarda gezinen ve yalnızca buralarda gezinmeyi tercih ettiği için bile yeterince cesur bir ilk roman olarak dikkat çekicidir.

Romanın insanları, bu romandan bahsederken romanın kahramanları demeyeceğim, çünkü kahraman olmayacak kadar insandırlar, yaşıyor oluşlarının üstüne çöken bir şeyleri giymek zorunda kalmışlardır. Hikâyenin bir tarafında gibi görünürler, sıradan bir okur için çektikleri acılar anlatılıyor gibi durabilir, belki yazar da bunu istemiştir, fakat bana kalırsa taraflarını seçememiş roman insanlarıdır bunlar ve bu roman her şeyden çok bu yüzden romandır. Anlatı kendini daha çok bu gerçeklikte haklı kılar; Azhar belki bir adım öndedir diğerlerinden ama bu öyle bir önde olma durumdur ki diğerlerinin onunla paylaşması mümkün olmayan hesaplaşmaların içindedir. Kısacası gerçeğin içinde gerçekler farklıdır; kılcal damarlar başka hücrelere, başka dokulara, başka organlara bağlıdırlar. Gövdeleşemezler. Yine de bunun tek nedeni korku değildir; görünen o ki roman insanları kendilerine, durağan gerçekliklerine, sıradanlıklarına bile belki, mesafesini kestiremedikleri bir uzaklığın içindedirler.

Bu anlamda roman içi en etkili örnek; âşık olunan Mesude’nin, ona âşık olan Azhar’ın koyduğu isimle Yasemin’in, örgütün koyduğu adla Awaz olarak yüzü kan içinde işkence çıkışı yaşanan karşılaşmadır. İnsan sevdiğini çığlıklarından tanıyamayabilir. Vurucu bir belirlemedir bu; vurucu, acı ve korkunç bir belirleme.

Çünkü bu belirleme her şeyden çok, çember çember, dalga dalga yayılan bir şeylerin içinde ‘evdekilerin’ giderek bir toplum olmasıyla ilgilidir; evdekiler, bir toplumun anlaşılmayan; olup biten ortadayken, tartılmayan, ölçülemeyen gerçekliğine dönüşürler. Bununla birlikte, onlar, basılmayan, sona bırakılan evdekiler temelde yaşam anlamında da taraf seçmiş özneler değildirler; böyle bakılabilir onlara. Fakat hayata her halükarda işleyen ve insanı öyle ya da şeylere, süreçler dahil eden bir şeydir. İşte bu hayat tarafından dahil edilme meselesinde karşımıza belirleyen olarak, onların giydikleri, onlara giydirilen ikinci bir kültür görülmektedir; bu çıkar karşımıza.

Bu gerçeklik romanda son derece başarılı bir biçimde işlemektedir. Öyle ki her düzeyde gerçekleşen baskının, baskıların dışında kalmak, onlardan sıyrılmak kadar, var olan, kendiliğinden olan, hayatın onlara verdiği kimlikten bile sıyrılmak önemli bir meseledir roman insanları için. Şaşkındırlar bu anlamda ve roman tam da burada, var oluş meselesinin daha kapsamlı bir boyutuna evrilir. Roman boyunca temel izlek olarak seçilen ‘şey’, insan varlığının altında ezilen bir şeye de dönüşür. Ezen ‘o’ ezen olmaktan, ezilen ‘o’ ezilen olmaktan çıkar. Böylelikle romanda cesaretle ele alınan ayrıntılar okuru, başka türlü düşünen okuru bile hatta sakin kalmaya çağırır. Seçilen konu, ilerleyen süreç ve o süreçte bahsi geçen toplumun ‘sinir uçları’ diye kodlanan başlıklar böylelikle etkilerini korurlar ama okuru rahatsız eden bir boyuta evirilmezler. Öyle ki okur bir çeşit yanılsama sayesinde farkında olmadan aslında yalnızca Azhar’ı odağına alır; Azhar’ın odağa alınması okurun anlatıya ortak olduğu, anlatıdan rahatsız olmadığı kadar, anlatı üzerine bağımsız bir biçimde düşünmesini de sağlar.

BÜYÜK BİR YÜK

Fakat yine de eşit dağıtılış bir ağırlıktan söz edilebilir; yük kimsenin tek başına sahiplenemeyeceği denli büyüktür çünkü. İnsan ve ulus arasında gidip gelen, hatta kimi zaman takılan, yığılan, o kılcal damarı, politik ve sosyolojik olanı tıkayan şeyler vardır. Bu tıkayıcı şeyler, tıpkı haberlerde doğu izleyen insanların yabancı olmadığı yabancılığa benzer. Anlatının yüzeyinin ve derinin aynı malzemeden olması bu anlamda tesadüf olamaz, olmamalıdır. Şarkılar, tek bir tabanca, piniker denen bir oyun; bunlar köprülerdir işte yüzey ve derin arasındaki köprüler. Anlatının akışı bunlar üzerinden gerçekleşir. Roman insanları bir oyunun etrafında toplanmaktadırlar, oyuna düşkündürler, karakoldan dönen oyuna oturur; çünkü bazı şeyler o kadar yok ya da o kadar yoğundur ki bir arada olmak için bir oyunun basit rahatlığı doyurucudur.

Sonuç itibariyle, ‘Koz’ okunması gerektiği kadar, tekrar tekrar okunması gereken bir roman olarak elimizdedir, karşımızdadır. Belki dünyanın işleyişi değiştiğinde hazır olmamız gereken şeyler vardır… Ama Doğulu ama Batılı fakat mutlaka insan olarak…

İnsan sevdiğinin, anladığının, bildiğinin, onun olanın peşine düşebilmelidir; üstelik hiç silah sesi duymadan, kimsenin adını vermek zorunda kalmadan ve en önemlisi yalnızca yaşayarak.

‘Koz’ söyleme, çekme sırası sizde. Piniker dört destenin yalnızca en büyük sayı değeri olan kartlarıyla oynanır…

Okunmalı.