Tanık ne yapar? Olup bitenleri izler, görür, kendince yorumlar; sonuç olarak onun bir seyirci olduğu söylenebilir. Ama başka tür tanıklıklar da var. Kimi tanıklar, seçtiği hedef doğrultusunda ideolojik bir bakış açısıyla izlediklerinden ekonomik, politik ya da daha dar çıkarlar için yararlanmaya bakar. O zaman tanıklığın nesnel olmadığından söz edebiliriz. Olay, olgu tanığa fırsatlar sunarken, bizim fırsatçı tanık da olayları dilediği gibi, kuşkusuz mümkün olduğunca eğip bükmek için çaba gösterir.

Bir diğer tanıklık türünde ise insan, gerçeği yakalamak için olayları, olguları yine nesnel bir değerlendirmeden geçirecek, tanıklıkla yetinmemek gerektiğinin, özne olunamazsa tanıklığın da anlamsızlaşacağının bilincine varacaktır. Tanıklığın yalnızca anlamsızlaşmakla kalmama olasılığı da vardır. Seyredilen olay, olgu sizi baskılayabilir, beklemediğiniz sonuçlara karşı silahsızlandırabilir, devre dışı bırakabilir, tanklık bile yapamaz hale gelebilirsiniz.

En iyisi yalnızca tanıklıkla yetinmeyen, durumu olabildiğince nesnel bir şekilde ölçüp biçen, tanıklığı değerlendiren özne olabilmektir. Bunun kolay bir iş olmadığını, insan kendi yaşamını gözden geçirerek anlayabilir. Özne, bilinçli bir özne olmayı seçtiğiniz zamanlarda da kuşkusuz hiç kimse size olumlu sonuçların garantisini vermeyecektir; ama yine de bir sonraki sürece daha hazırlıklı olmanızın yolu budur.

Tanıklıktan özne olmaya geçmenin üretken, verimli yolu ise birlikte hareket etmek, örgütlü davranmak, amaca tek başına varmanın pek de mümkün olmadığını anlamak olarak tarif edilmiştir. Örgütlü özne olmak, hemen her konuda örgütlenmeyi, başkalarının fikirlerinden yararlanmayı, tartışma içinde gerçeği keşfetmeyi, doğrulamayı ya da rotayı düzeltmeyi mümkün kılar. Her konu kendi içinde örgütlü çabayı gerektirir.

Özne dedik, ama nedir, kimdir özne? Özne bizim süreklilik gösteren eylemimizdir. Ama yalnızca süreklilik de yeterli sayılmamalı özne tanımı için. Özne kendini pratik içinde eğiten kişidir; koşulları değiştiren ama aynı zamanda kendisi de değişen, yine ustaların ifadesiyle, “eğitilen” insanlığın eylemli üyesidir. Bilinçli özne bakmakla görmek arasındaki farkı bilen kişidir. O artık tanık olarak adlandırılmamayı hak eder.

Böylece tanıklık kürsüsünü tümüyle terk etmiş bulunuyoruz. Zaten de insana yakışır bir kürsü değildir tanıklık kürsüsü.

Tanık kürsüsü denilince insanların küçük çıkarlarına elverişli koşullar sağlayan, devletin varoluş mekanizmasının kaçınılmaz parçası “adalet”in, sık sık başvurduğu kürsü ve ilk paragrafta andığımız fırsatçı tanık akla geliyor. Orada artık gerçeklerden çok, devletin çıkarlarına ya da çatışan - kapışan tarafların çıkarlarına göre biçimlenen tanıklıklar söz konusu olur. Tanıklar, konuşmadan önce gerçeği söyleyeceklerine dair yemin ederler; yalan tanıklığın cezayı gerektirdiği de hatırlatılır onlara; ama bu türden tanıklığın yalanla gerçek arasındaki ilişkinin tanımlanamaz oluşundan pek özgürce yararlandığı da bir vakıadır.

Tanıklığınız insanları demir parmaklıklar arkasına gönderebilir; size küçük çıkarlarınız için kapıları açabilir; “esnek” olabilmeyi, eğilip bükülmeyi başarabilmişlerdenseniz eğer, bir süre için gerçekleri unutuşun sis perdesiyle örtebilirsiniz. Ama, bu saatten sonra, sizi artık dostları arasında saymayan eski arkadaşlarınızın demir parmaklıkların arkasına gönderilmesine yol açan tanıklığınız için pişkince ortaya çıkıp, “ama biz sizi kurtarmıştık” dememelisiniz.

Ayıptır çünkü...