Bir gazeteci ile bir tarihçinin sohbetleri… Dinleyince şaşırdım, aktarıyorum.

Gazeteci soruyor:
-Türkiye’de sinemayı nasıl buluyorsunuz?
Tarihçi yanıt veriyor: Enteresan bir ülkeyiz, sanatın Avrupa’daki esasa dair hiçbir işlevini yerine getiremeyen bir sinema akımı yaratarak, dünya sinema tarihine girdik.

-Nasıl yani?
-Avrupa’da modern sanat, biçimde art arda devrimler yaptı, sanatı dönüştürdü, böylelikle ne aristokrasinin ne de burjuvazinin hizmetkârı oldu. Modern sanatın ilk mücadelesi özgürlük içindi, sığınmacı, yaranmacı olmaktan kurtulmak için çırpınıp durdu. Tarihimiz boyunca, hiçbir biçimsel yenilik getirmeden, klasik formu yeniden ürettik. Gerçek sanat eserleri klasiğe dönüş anlamına geldi. Sinema sanatının mücadelesi ve taleplerine baktığımızda asıl şaşkınlığımızı yaşıyoruz.

-Nedir en çok garipsediğiniz?
-Türkiye’de sinemacılar 70 yıldır aynı şeyi konuşuyor, “70 cente muhtacız”, hep aynı: Destek yok. Kimden destek yok? Devletten, en çok yetersiz kamu desteğinden şikâyet ediyorlar. Bizde sinemacıysan devlete proje beğendireceksin, yarış var sanki! Rüştünü ispat etmek isteyen, devlete başvuruyor, takla atmaya başlıyor. Bundan mükemmel iktidar için besleme bir sanat olamaz. Onun için bizde sanatçı rüşt ispat etmek istemez, aksine “zararsızım”, bunu ispatlamaya çalışır. Avrupa’da destek çoğu kere sansür anlamına gelmez ama Türkiye’de sistem verdiğinden daha fazla seni pasifize etmeye çalışır. Avrupa’da siyasetçi kamu parasını halka verdiğini düşünür, bizde siyasetçi parayı ben veriyorum, benim için çalışacaksın der. Kamu parasını yandaşa vermek de “suç” değildir bizde, halk da vergisinin ne olduğunu dert etmez.

-Siyasetçi yaranmacı olmak için yarışan sinemacıları ve elbette diğer sanatçıları nasıl görüyor?
-Siyasetçimiz sanattan anlamaz. Bir kültür bakanımız vardı, etkinliklerde uyurdu. Koalisyon zamanı gelince, Kültür Bakanlığı en az önem taşıyanıdır. Türkiye’de halk da kültürden anlamaz, ilgilenmez bile. Kültür, bizim kültürümüzde ötekidir, varlığı ile yokluğu arasındaki fark, kimi kültür sevicilerinin histerik bağrışlarının dışında, süse duyulan ilgidir. Sanatçılarımız da işe başlayınca kültürel tarihimiz üzerine kendisini eğiterek değil, tam aksine Avrupalı sanatçıları öğrenerek başlar, işi ilerletince de “onları ben de yaparım” der. İşin gerçeği Picasso’nun resmi için “ben de yaparım diyen” Kenan Evren istisna değildir.

-Seçimler için ne düşünüyorsun?
-O da çok enteresan. Türkiye’de yoksulluk artıyor, derin bir iktisadi krizin eşiğindeyiz ama hiçbir parti iktisadi yapı üzerine siyaset yapmıyor. Hiçbir parti yoksullar, yoksullaşanlar, işçi sınıfı üzerine siyaset yapmıyor. İktisadi beklentilerin bu kadar seçim dışı bir mevzu haline gelmesinin Avrupa tarihinde hiçbir örneği yoktur.

-Sanatçı ve siyasetçi ilişkisi için ne dersin?
-Bizde seçim vakti, sanatçının ulufe merakı artar, siyasetçi de onun yularını sıkar, biat ister. Sanki sanatçıların ülkenin geleceği hakkında fikir belirtmesi yasakmış gibi. Sanatçılar sanki bu ülkenin geleceği ve toplumun durumu hakkında ilgisizlermiş gibi. Seçimlerde sanatçıların suskunlukları daha çok artar. Kime fikrini sorarsanız, susuyor, seçimden sonra konuşalım diyor.

-Sanatçıların eserleri hakkında ne diyorsunuz?
-Biz sinema tarihinde, sinemanın endüstriyel bir sanat olduğunu ve kitlelere hitap ettiğini anlatırız, aynı zamanda toplumsal sorunların en çok yansıtıldığı, toplumun kendine dair fikrinin ve imajının oluşmasında sinemanın kritik olduğunu anlatırız.

Ama Türkiye’ye baktığımızda:
1. Endüstri yok, ne üretim anlamında, ne de gösterim anlamında.
2. Toplumsal sorunlara ilgi yok. Garipçe’nin tabelasını görüyor, yolunu değiştiriyor.
3. Ne topluma sesleniyor, ne toplumu perdeye taşıyor, ne de toplumsal imajı dert ediyor.

Türkiye’de sinemacılar vatandaşlara filmi göstermekle, filmlerinin tartışılmasıyla, halkın teveccühüyle ilgilenmez. Hatta kimi dumurlar var, üçünü de gereksiz görür: Avamla uğraşıp niye bayağılaşayım ki der. Unutma, Türkiye’de sanat filmleri mevsim bittikten sonra gösterilir, televizyonlarda gösterilmez.