Ben Sami. Bağışlayın böldüysem eğer pazar neşenizi. Fakat artık tanışmamız gerekti

Tanışmamız gerek

> NERMİN YILDIRIM

“Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
Nerdesiniz?”
Nazım Hikmet Ran

Merhaba, ben Sami. Nereden tanışıyoruz diye düşünmeyin boş yere, tanımıyorsunuz beni.
Bazılarımız gürültüyle yaşar, bazılarımız sessizce ölür şu alemde. Gürültüyle yaşayanları tanırsınız, sessizce gidenlereyse pek aldırmazsınız.
Ben Sami. On altı yaşındayım. Şu dünyada en çok babamla annemi, kayan yıldızlara bakıp olmayacak şeyler dilemeyi ve bir de gemileri sevdim.

ÇOCUKLUK DÜŞÜ
Çocukken büyüyünce kaptan olmak isterdim. Sancağı, direkleri, çözülen filikaların gıcırtılı sesini filan hayal ederdim. Rüyalarıma kadar girerlerdi. Kaptan köşkünde beyazlar içinde görürdüm kendimi. Bazen bir fırtına patlardı, deniz çalkalanıp taşardı. Dalgalar baltalı haydutlar gibi güverteye dolunca, gemide bir vaveyla kopardı. Hemen el koyardım mevzuya tabii. Ayıptır söylemesi, öyle kahraman ve becerikliydim ki, en kuduruk denizler bile karşımda dize gelirdi.
Sonra yolcuları sakinleştirmek için güvertede turlar, çocukların başını okşar, ihtiyarların hatırını sorar, genç kadınların sigarasını yakardım. Küpeşteye yaslanıp balıklarla hasbıhal ederken, annemin yumuşacık sesiyle uyanırdım: “Uyan hadi, sabah oldu.”
Allah’ım, kaptan olamayacaksam bile, bir gemi yolculuğuna çıkmama izin ver bari, diye dua ederek kalkardım yataktan. Açık denizlerde dolanmak varken, okula gidip havuz problemi çözeceğim için homurdanırdım. Kahvaltıda anneme rüyamı anlatırdım. Ekmeğime portakal reçeli sürerken, yüzünde ılık bir tebessümle dinlerdi beni. O zamanlar soframızda portakal reçeli, evimizde anne nefesi vardı; güzel günlerdi.

GENÇLİK KÂBUSU
Sonra büyüdüm. Rüyalarımı hatırlamaz oldum böylece. Büyüyünce çünkü, gündüz kâbusları gece düşlerini bastırıyor. Yıldızlar sönüyor, anneler ölüyor ve gemiler dönüşü olmayan yolculuklara çıkıyor.
Ben büyüyünce, savaş diye bir şey geldi Germa’ya. Ya da o geldi diye büyüdüm ben, kim bilir…
Geceleri üstümüze yıldız gibi bombalar yağdı. Germa, bizim minik çöl kasabamız, ateşe tutulmuş el misali cayır cayır yandı. Annem de pek çokları gibi alevlerin arasında kaldı. O uğursuz alevler, sevdiklerimizi, evlerimizi, geçmişimizi ve bütün gelecek ihtimallerimizi bir bir yaktı.
Erimiş mumlara dönen babamın beni bu cehennemden çıkarmaktan başka arzusu kalmamıştı. Canını kurtarmak için civardaki ülkelere kaçanlar oluyordu. O da benim için böyle bir umut ışığı arıyordu. Nihayet bir gün müjde verir gibi, “Yarın gidiyorsun” deyiverdi. Beni uzaklara götürecek bir gemi bulmuştu. “Peki sen?” diye sordum, sustu. Anladım ki parası sadece birimizin yolculuğuna yetişiyordu. “Sen gelmezsen ben de gitmem” diyecek oldum, sertçe susturdu.
“Önce kamyonla Tripoli’ye geçeceksin. Sonra gemi seni Lampedusa adasına taşıyacak. Orada kendine yeni bir hayat kuracaksın. Korkma, her şey çok güzel olacak.”
O gece son kez uyurken doğduğum kasabada, seneler sonra yeniden gördüm çocukluk rüyamı. Dalgalar gemiyi dövüyordu, bense kaptan köşkünden dünyaya gülümsüyordum. Akdeniz önümde bir atlas gibi uzanıyordu. Ufukta beyaz badanalı minik bir ev parlıyordu.

“SESSİZ GEMİ"
Ertesi gece babam beni Germa’nın çıkışında bekleyen kırmızı bir kamyona götürdü. Şoförün eline dört bin dolar saydı ve bana sıkı sıkı sarıldı. Eğilip yorgun ellerinden öptüm, dudaklarım yandı. Birini bir daha göremeyeceğinizi bildiğinizde, öpücükler derin yaralar gibi sızlardı.
Kamyon kasasında devirdiğim yirmi bir saatin sonunda, çölü geçip Tripoli’ye vardık. Limandaki gemilere bakınca ağlamak geldi içimden. Kimsesizlik, insanın boğazına böyle gemici düğümleri atardı.
Kamyoncunun beni götürüp teslim ettiği gemi, rüyalarımda gördüklerime benzemiyordu. Bir gemiye bile benzemiyordu. Olsa olsa köhne bir balıkçı teknesi… Teslim etmek dediğim de işte, bıyıkları tuvalet fırçasına benzeyen leş suratlı bir adamın eline para sayıp, beni de adamın önüne itmişti. Adam aceleyle içeri aldı beni. Güvertenin zeminindeki kapaklardan birini kaldırıp ite kaka aşağı indirdi. Burası daracık bir ambardı. İçerisi silme insandı. Gözlerini korkuyla açmış, karanlıkta büzüşüp kalmışlardı. Aralarına sığıştım.
Ambar havasızdı, biz nefessizdik. Başlangıçta tek tük de olsa konuşanlar vardı, ama tepemizdeki kapak sıkıca kapanıp tekne yol almaya başlayınca büsbütün sessizleştik. Bizden geriye sadece soluk alıp verdikçe körük gibi şişen göğsümüzden yükselen hırıltılar kaldı. Eğip büktüğümüz iskeletlerimizi acıyla çatırdatarak ter içinde bekledik. Bugünden daha güzel olacağını umduğumuz bir istikbale gidiyorduk. Evimizi kaybetmiştik ve yeni bir ev arıyorduk. Korkuyorduk ama korkmaya alışıktık. Elbet gittiğimiz yerlere de alışacaktık.

BEYAZ BADANALI EV
Sabaha karşı tekne bulantılı bir mide gibi çalkalanmaya başladı. Yukarıdan gelen koşuşturmalar, gürültüler duyduk. Ne olduğunu anlamak için tepemizdeki kapağı yumrukladık, bağırdık, cevap veren olmadı. Derken kalabalıktan bir kadın çığlık attı: “Tekne su alıyor!”
Çocukken gördüğüm rüyalar gibiydi. Dalgalar haydutlar misali tekneyi ele geçirdi. Ama ben kaptan köşkünde değildim. Kahramanlık gösteremedim.
Şimdi bütün havuz problemlerini çözebilirim. Ağzına kadar su dolu bir havuzda 8 yüz kişi kaç dakika yaşar, kaç dakikada ve nasıl ölür, bunları cevaplayabilirim. Ama boşverin. Siz sadece şu kadarını bilin:
Teknemiz Akdeniz’e gömülürken, annemin kulağıma ninni gibi fısıldayan sesini işittim ben: “Uyu hadi, gece oldu. Uyu hadi, gece oldu.”
O gün oracıkta bir rüyadan içeri girdim. Her zamanki kaptan köşkündeydim. Üzerimde kefene benzeyen bembeyaz elbiseler vardı ve rüzgârda uçuşuyordu eteklerim. Akdeniz önümde bir atlas gibi uzanıyordu. Ufukta beyaz badanalı minik bir ev görünüyordu…
Ben Sami. Bağışlayın böldüysem eğer pazar neşenizi. Fakat artık tanışmamız gerekti. Çünkü Akdeniz’de bir tekneyle birlikte battım ben, ama sizin dünyanız dönmeye devam etti.
Hoş, ben alışkınım; üstüme bombalar yağarken de dönmeyi becermişti.
Ben Sami. Bu dünyadan sessizce gelip geçtim. Sizse ölmemişim, hatta hiç yaşamamışım gibi yaptınız. Bunları yazdım, çünkü gezegeninize ayak bastığımın kanıtı niyetine, ufacık da olsa bir iz bırakmalıydım. Umarım kızmadınız.
Ben Sami. Sadece bir evim olsun istemiştim. Heyhat, bir mezar taşı bile bulamadan bu dünyadan göçüp gittim. Şimdi uzanmış yatıyorum Akdeniz mezarlığında. Dalgalarla örttüm üstümü. Deniz yıldızları kayıyor ayaklarımın altında.

***

Geçen ay Lampedusa’ya varmaya çalışan bir mülteci teknesi daha Akdeniz’de battı. İtalyan hükümeti masraflı olacağı gerekçesiyle cesetleri denizden çıkarmayacağını açıkladı. Bu öykü, açlıktan, yoksulluktan, savaştan kaçarken, dünya yüzünde bir ev bulmak uğruna kamyon kasalarında, gemi ambarlarında can veren bütün Samiler için yazıldı.