Tanrı’nın uzun ve sağlıklı yaşamasını istediği kullarını Datça’ya gönderdiğine inanıldığından, biz de hemen kendimize pay çıkartmaya çalışıyoruz

“- Ne harika bir yer burası!
Nereden buldun bu Datça’yı?
- Elimle koymuş gibi buldum”
Can Yücel


Tanrı’nın uzun ve sağlıklı yaşamasını istediği kullarını Datça’ya gönderdiğine inanıldığından, biz de hemen kendimize pay çıkartmaya çalışıyoruz. Madem ki ucundan köşesinden yakalayabildik bu cennet yarımadayı, keyfimizi ne yükselen tütün ve alkol fiyatları kaçırabilir artık ne de çatık kaşlı politikacıların meydanlarda bağıra çağıra anlattıkları. Bir taraf Ege, bir taraf Akdeniz, ortasında biz; İstanbul’a en uzak yer işte tam burası.

Yıldızlı gökyüzünün altında koca bir zeytin ağacı, zeytin ağacının altında bir hamak, üstümüzde ağustos böcekleri, altımızda karıncalar. En çok böyle akşamlarda sabaha çıkamamaktan korkuyor insan. Ama burda ölümü bile huzurla, güleryüzle karşılayacakmışız gibi hissediyoruz. Bir pazarlık etmeye kalkışsak Azrail’le fazla uzatmadan pes ediverir gibi geliyor. Dünya Datça gibi bir yer olsa bütün kötülüklerin silineceğine inanabiliyoruz insan haritasından.

Çiçeklerin, ağaçların adlarını öğreniyoruz. Hangisi güneşi sever hangisi gölgeyi tercih eder artık biliyoruz. İnsan günleri birbirine karıştırdı mı ve yalın ayak yürümeye başladı mı insan gibi yaşamaya başlıyor. Gideceğimiz gün yaklaştıkça rakı bardakları daha çabuk boşalıyor. Apartman dairelerimize döndük mü kim olduğumuzu hatırlamamız gerekecek. Biz bu yarımadadan ayrılırken her şeyi yarım bırakıp yola çıkacağız. Can Yücel mısralarını, Sait Faik hikâyelerini bir dahaki yaza kadar en özel rafında saklayacağız kalbimizdeki kitaplığın.

Dinlenmeye, dinlemeye, yenilenmeye, dostları görmeye, yeni dostlar edinmeye, masaları birleştirip sabahlara kadar uzayan sohbetler etmeye, ciddi ciddi ciddiyetsiz şeylerden bahsetmeye, gülmeye, çok gülmeye, sokak köpeklerini sevmeye, ağustos böcekleriyle içmeye, ağzımıza hiç yakışmayacak küfürler etmeye, şiirler okumaya, hikâyeler biriktirmeye, şarkılar söylemeye, balıklarla yüzmeye, dar sokaklarından yalın ayak geçmeye, nar ağaçlarının altında yemek yemeye, portakal ağaçlarının altında uyuyakalmaya, gelmeyecek bir geleceğin hayalini kurmaya, sivri sineklerden başka hiçbir şeye ve hiç kimseye kızmamaya, aşık olmaya, unutmaya, hatırlamaya, yaşadığımızı hissetmeye Datça’ya geleceğiz.

Sonra aramıza kilometreler girecek yine; virajlar, uzun bir kış, Balkanlardan gelen soğuk hava dalgaları, koskoca bir metropol. Huzuru bir “Datça Hatırası” diye saklayacağız içimizdeki vitrinde. Yarımadayı kapıp kucağına ölen şairi düşünürken, bizim payımıza özlemek düşeceğini anlayacağız bir daha. Ama şimdi tam ortasındayken maviliklerin, huysuzluğumuzu bırakmışken şehrin birinde, mutlu olmaktan başka çaremiz yok.