Taraftar ve futbol dünyası, inşaat-siyaset-ekonomi üçgeninin uzun yıllardır toplum üzerinde kurduğu tahakküme, toplumun önemli bir kesimini mağdur eden sonuçlarına yönelik, uzun zamandır biriktirdiği öfkesini haykırıyor.

Taraftarın öfkesi

İDRİS AKKUZU

Futbol, yaşamımızın her yanını kuşatan, sahip olduğumuz tüm duygularla doğrudan etkileşime geçen, bireysel varoluş hikâyelerimizde irili ufaklı ama mutlaka yer kaplayan bir oyun. Bu yönüyle bir spor dalından çok daha fazlası. Bazen gündelik yaşamın olumsuzluklarından bir kaçış yeri, bazen de dışında ya da karşıtlığında benlik tanımlama işlevi gören bir öteki; kimi zaman toplumdaki sakat düşünce ve eğilimleri bizzat yansıtan bir ayna, ya da sokakta dile getirilemeyen sözlerin haykırıldığı bir arena. İşin aslı bunların ve daha pek çoklarının toplamından oluşan bir muamma.

Öyle ki, her birimizi acı ve kederden düşünemez, duyduğumuz sorumluluk ve utanç duygusundan hareket edemez hale getiren 6 Şubat depremleriyle açığa çıkan toplumsal felaketten bu yana, dayanışma duygularımıza yakıt olan şeylerden birisi de futbol oldu. Yıllarca inşaat-siyaset-ekonomi üçgeninin bir kibrit çöpü gibi diktiği binaların enkazından kurtulabilen Yağız’ın ilk cümlesinde duyduk adını. Deprem haberini duyar duymaz bir taraftarın, tuttuğu takımın forması üzerinde, tutmadığı takımın kulüp binasına koşup, elden ele tırlara yüklediği yardım kolilerinde gördük onu.


Doğrusu, kendi hayatımda da, duygularımın ve davranışlarımın köklerine kadar nüfuz etmiş böylesi bir muamma hakkında cümle sarf etmek, pek içimden gelmiyor. Hele ki depremden sağ kurtulur kurtulmaz kahramanı olan futbolcusunun formasına olan özlemini dile getiren Kadir gibi binlerce kardeşimizin, daha temel ihtiyaçlarına bir nebze olsun çare üretmeye çalışan toplumsal emeğin bir parçası olma zorunluluğu yanı başımda duruyorken. Ancak başta da dile getirdiğim gibi, futbol sadece bir oyun değil, iyisi ve kötüsüyle aslında hayatın bizzat kendisi.

Nitekim bunun böyle olduğunu, geçtiğimiz hafta sonu Kadıköy’de oynanan Fenerbahçe-Konyaspor müsabakasında, tribünlerden iktidara yönelen protestolar ve bu protestolar sonrasında iktidardan ve kulüp yönetimlerinden taraftarlara yönelen suçlulaştırıcı söylem ve davranışlar aracılığıyla bir kez daha yaşadık, deneyimledik. Bu yaşananlar ilk değildi, iyi biliyoruz ki son da olmayacak.

Futbol, günümüzde eriştiği biçimiyle, başta futbolseverler olmak üzere toplumun geneli üzerinde gerilimler yaratan bir niteliğe sahip. Bunun nedeni günümüz futbolunun sermaye ve iktidarla kurduğu doğrudan ilişki. Bir yandan, hâkim siyasi ideolojilerin yeniden üretilme sahası, toplumsal denetim açısından bir aygıt olarak görülen futbol, diğer yandan, özellikle son yıllarda yaşanan metalaşma süreciyle, endüstri görünümü verilerek kapitalist sömürü aracına dönüşmekte. Ne yazık ki, futbolun bu gerilim yüklü niteliği en çok taraftar üzerinde kendini gösteriyor.

Bu gerilimlerden ilki, taraftarların kulüplerine giderek yabancılaşma süreci. Kamusal yarar ve spor etiği öncelikli toplumsal varoluşundan koparılıp, kâr odaklı bir kimliğe dönüştürülmeye çalışılan futbol kulüplerinin, taraftarlarından “arma değil marka” bilinciyle hareket etmelerini bekleyen ticari davranışları, taraftarları yabancılaştırıcı ve dışlayıcı bir işlev görüyor. İkinci olarak, kulüpler, kâr mantığına büründükçe, absürt bir biçimde daha fazla parasal kaynağa ihtiyaç duyar hale geliyor. Maç biletleri dahil, piyasada sattıkları her şeyin fiyatı giderek daha da yükseliyor. Geleneksel olarak maçları stadyumlardan takip eden taraftar da, bu fiyatları karşılayabilmek için daha fazla ekonomik ve toplumsal bedel ödemeye, tribünde daha az yer bulmaya, maçlara gidebilmek için yerini daha üst gelir grubundan izleyicilere terk etmeye mecbur kalıyor.

Ayrıca, bir futbol müsabakası, bir taraftar için, bütün bir maç günü deneyimi demek. Daha sabahın erken saatlerinden itibaren, stadyumun etrafındaki parklarda, sokaklarda, mekânlarda bir araya gelinen, maç saatine kadar marşlar, ezgiler, şarkılar söylenen bir ritüel. Ancak rant odaklı kentsel dönüşüm uygulamalarının bir parçası olarak inşa edilen stadyumların ve çevresinin modernleştirilmesi süreci taraftarları alışkın olduğu maç ritüellerini yerine getirmekten alıkoyuyor. Bu da sözü edilen gerilimin üçüncü önemli kaynağına dönüşüyor. Ve son olarak, taraftar, futbol sahalarında, müsabakalarda, şampiyonluklarda, madalya törenlerinde kendisine zaten yer bulamazken, üstüne üstlük ön sıralarda sürekli siyasileri görüyor. Bu oyunun kendisinden sonra asli ikinci öznesi olan futbolcusu ile kaynaşmayı beklerken, her bir siyasi figürün kendisinden rol çaldığına tanıklık ediyor. Bu da yetmiyor, bir de aynı siyasilerin futbolu doğrudan yönetme arzusuna maruz kalıyor. Bir diğer gerilim kaynağı olarak bu da taraftarın üzerine boca ediliyor. Futbolun ekonomi politiğinde yaşanan bu gelişmeler, taraftar üzerinde bir tür mülksüzleşme duygusu ve gerçeği yaratıyor. Böylelikle, doğal sahibi olduğunu düşündüğü futbol kulübünün, kolay erişebildiği tribünlerin, kendisini bir şekilde ifade ettiği toplumsal etkinliklerin elinden çalındığı duygusuna ve öfkesine kapılıyor.

Diğer yandan, bir taraftar, aynı zamanda bir işçi, bir işsiz, bir öğrenci, bir emekli, bir kadın, bir göçmen. İş hayatında, aile hayatında, okul hayatında, sokakta, kamusal alanda giderek artan eşitsizliğin, ayrımcılığın, dışlayıcılığın, sömürünün birer mağduru. Dolayısıyla taraftar, futboldaki dönüşümün kendisine yüklediği gerilimin yanı sıra yaşamın yükünü de beraberinde getiriyor futbol sahasına. Bir bakıma iki kere mağdur, iki kere öfkeli taraftar.
Bu nedenle futbol, aynı zamanda, kendisi dahil, hayatın her alanında mevcut toplumsal gerilimlerin aktarıldığı ve tribünleri dolduran kitlelerin bu gerilimleri açığa çıkarma güdüsüyle hop oturup hop kalktığı bir alan. Kimi zaman iktidarı ya da kulüp yönetimlerini protesto biçimine bürünen bu tepkiler; kimi zaman da mülteciler gibi toplumsal bir sınıfı hedefine koyabiliyor, dışlayıcı bir nitelik kazanabiliyor. Üstelik bu gerçeği en iyi bilenlerin başında da sermaye ve iktidar gelmekte. O nedenledir ki arzu edildiğinde müdahale etmek ve cezalandırmak suretiyle tribünler yönetilmek, denetim altında tutulmak isteniyor. “Futbola siyaset bulaştırmayın” söyleminin ardında da, elektronik bilet uygulamaları, sporda şiddet içerikli kanunların yürürlüğe konmasında da ana nedenlerden biri budur. Gündelik yaşamın ekonomi politiğinin yarattığı toplumsal gerilimlerin, tribünleri dolduran kitleler tarafından dile getirilmesinden endişe duyuluyor. Çünkü hayatın çok az alanında, bu kadar çok sayıda insan kendiliğinden bir araya geliyor.

Son yaşananlar da aslında bu durumun bir göstergesi. Taraftar ve futbol dünyası, inşaat-siyaset-ekonomi üçgeninin uzun yıllardır toplum üzerinde kurduğu tahakküme, toplumun önemli bir kesimini mağdur eden sonuçlarına yönelik, uzun zamandır biriktirdiği öfkesini haykırıyor. Sonrası malum. Taraftarın suçlulaştırılması, cezalandırılması, kovuşturulması. Ama biz de biliyoruz ki bu sürecin bir sonrası da hep malum. Hangi önlemler alınırsa alınsın, futbol, doğası gereği, bu tepkileri dile getirmek için hep bir gedik arayacak ve bulacaktır. Çünkü futbol sadece bir oyun değil. İyisiyle ve kötüsüyle hayatın bizzat kendisi.