Siyaset, anlamı ve işlevi büyük bir kavram; gündemimizin de baş tacı... Buna karşın, Hannan Arendt’in özgürlükler alanı, bir arada olabilme biçimi, insan için en anlamlı eylem olarak tanımladığı siyasetin bugün varlığını koruduğunu söylemek zor.

Bir başka deyişle, insanlık adına bir gelecek kurma, bir toplum ve dünya inşa etme, insanlığı ve uygarlığı geliştirme anlamında siyasetin içi boşalıp kuşa dönmüş durumda.

Bu çerçevede insanın gündelik siyaseti giderek “Açlık Oyunları”ndaki mücadeleye benzerken, iktidarların uyguladığı siyaset de hayvan terbiyesine dönüşmekte!... Yani “kandırma ve korkutma” üzerine kurulu... Bu siyaset anlayışı içinde özgürlükleri var etme ya da birlikte yaşamayı güçlendirme gibi bir derdin olmadığı ortada.

Aksine, bir yandan insanı iç ve dış düşmanlarla korkutmak, popülist politikalarla uyutmak esas olmakta; öte yandan, araçsallaşan ve piyasa ilişkisine benzeyen siyasetin allanıp pullanması için manipülasyonlar hazırda beklemektedir.
Düşünüyorum da, sonradan fikrini değiştirdi ama 80’lerin başında Fukuyama “tarih öldü” demişti ya, acaba onun yerine “siyaset öldü” deseydi daha doğru mu olurdu!...

Biliyorum, buna itiraz eden çok olacaktır ama elimizde kalanı –birilerin umudu olsa da- insanın, insanlığın umudu olarak görmek kolay değil. Siyasete ilişkin bu umutsuzluk, yalnız siyasetin insan-toplum-uygarlıkla ilgili içeriğini yitirip piyasa ilişkisine dönüşmesiyle de sınırlı değil; bir tarafta da, iktidarların bunca korkutma ve kandırma siyasetine karşın solun alternatif bir siyaset yaratamaması gibi gerçekler var.

Sol siyasetin kadüklüğünü bir başka yazıya bırakarak, bu yazıda genel olarak siyasetin aldığı hal ve yitirdiği işlev üzerinde bir şeyler söylemek istiyorum.

Aslında, ulusal düzeyde yapılan siyasetin anlam yitirmesi ve bunu telafi için korkutma ve kandırmalara yüklenilmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemek doğru olur... Neden derseniz, hem küresel hem ulusal düzeyde ihtiyaçlara ve sorunlara sağlıklı ve elverişli yanıtlar bulma ihtimali azalan, küresel kapitalizmin “tanrı” gibi emirler yağdırıp cezalar kestiği bir sistemde/dünyada yaşamaktayız.

Kapitalizmin imparatorluğu anlamına gelen bu sistemde tahtını korusa da gücünü yitiren ulus devletin de, ulusal siyasetin de fazla seçeneği yok... Bir yanda sorunlar ve ihtiyaçlar artıyor; öte yanda sisteme laf edilemiyor!... Bir yanda, en düşük dozunda bile yöneticilerin başına “bela” olup çıkmış demokrasi denilen bir şey var; öte yanda, bir şeyleri saklamak zorlaşıyor.

Eeeh, seçimler yapılıp sandıklar kurulurken haklara ve halklara “sus payı” bile olsa bir şeyler vermek/dağıtmak da gerekmekte.

Ne yapacaklar: bir yanda popülizmle kandırma, öte yandan savaştan şiddete, yabancıdan farklılıklara uzanan korkutma!...

Kuşkusuz bu yoz araçlar daha çok gelişmekte olan ülkelerin başında ama eşitsizliklerle birlikte korkuları da artan gelişmiş ülkelerde bu araçların giderek daha çok kullanılır hale geldiği de bir gerçek.

İnsana ve halka koşullarını gerçekten değiştirecek bir şeyler vermek için, - eğitim ve sağlıktan tarımsal üretim ve çevre korumaya kadar her alanda insana/topluma sağlıklı ve eşitlikçi koşullar sağlamak anlamında- önce sermayeden almak gerek ama sermayenin egemenliğinde buna hiçbir ulus devlet cesaret edememekte!

Hatta sosyal demokrasi gibi, soldan esinlenen yaklaşımın bile bu konuda “gıkı” çıkmıyor; çıkamıyor...

Sonuçta sistem değişmedikçe, siyasetin, piyasa araçlarıyla şekerlenip boyanan kandırmalarla, duygularla harmanlanan korkutmalardan öteye geçmesi zor.

Bu sonuç, bizi küresel siyaset üzerinde düşünmeye zorlamakta ama başka yazıya...