Hegel devlet tarafından ‘geçmiş’ üzerinde kurulan hâkimiyeti, zamanın tanrısı Kronos ile politikanın tanrısı Zeus arasındaki çatışma biçiminde, alegorik bir tarzda sunar. Kronos kendi çocuklarını öldürür. Yolu üzerindeki her şeyi yiyip yutar, ardında tek bir iz bile bırakmaz. Ama Zeus, Kronos’a hâkim olmayı başarır; çünkü zamanın, önüne çıkan her şeyi talan eden geçişinden sonra, bellek tanrıçası Mnemosyne’nin toplayabildiği her şeyi tarihe dönüştürebilen ‘devlet’i yaratmıştır.

Hegel’e göre, yalnızca bir devlete ve yazılı tarihe sahip halkların belleği vardır. Diğerleri - “tarihsiz halklar”, yani devletli bir geçmişten ve bu geçmişin yazı yoluyla tasnif edilmiş anlatısından yoksun, Avrupalı olmayan dünya-, ‘imgeler’den oluşan, ama tarihsel bilinç halinde yoğunlaşmayı başaramayan ilkel bir bellek evresini aşamazlar. (Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu – Tarih, Bellek, Politika, Çev; Işık Ergüden)

Hem tarih hem de bellek iktidar tarafından manipüle edilebilen bir olgudur. Batının baskı, zorbalık aracı haline gelmiştir ki tarihi ayrıcalık olarak kullanmakla kalmaz, ona aittir ve ancak iktidarın övgülü anlatısı olarak var olabilir. Tarih ve bellek ( kişisel ya da kolektif) devlet aygıtları eliyle biçimlendirilir.

ABD’de Holokost’la ilgili bir müzenin kurulması ancak Amerikan tarihinin kurucu iki deneyimi olan yerli soykırımı ve siyahların köleliğine yönelik benzer hiçbir girişim olmaması paradoksu ya da 1955’de II. Dünya Savaşı’na son veren Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atılmasını mutlu gün kutlaması adına pul çıkarması buna örnek verilebilir.

Enzo Traverso: “Geçmiş; kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik gereklerine göre ayıklanıp yeniden yorumlandıktan sonra kolektif belleğe dönüşüyor,” diyor.

Geçmiş şeyleştiriliyor, estetikleştiriliyor hatta kârlılaştırılıyor ve sonra turizmin, gösteri endüstrisinin, özellikle de sinemanın bünyesine katılıyor. Geçmiş anlatıların, tanıklıkların -belleğin- sorgulaması ve analizi önemli, görsel bellek olarak da nitelenen belgesel fotoğrafı tarihçinin başka, tanığın başka türlü değerlendirmesi kadar doğal bir şey yok ama burada tarihçiye büyük görev düşüyor.

“Tarihçi açısından sürecin bir evresini, karmaşık ve değişken bir tablonun sadece bir yönünü yansıtan olay, tanık açısından kurucu nitelikte, nihai bir olay olarak yorumlanabilir. Tarihçi, Auschwitz kampından kalan fotoğrafları deşifre edebilir, analiz edip açıklayabilir. Trenden inenlerin Yahudi olduklarını bilir; onları gözlemleyen SS subayının bir ayıklama yapacağını ve bu fotoğraftaki insanların çoğunun ancak birkaç saatlerinin kalmış olduğunu bilir.

Bir tanığa ise bu fotoğraf çok daha fazlasını söyleyecektir: O, hisleri, duyguları, gürültüleri, sesleri, kokuları, kampa varışın korku ve tedirginliğini, dehşetli koşullarda gerçekleştirilen uzun bir yolculuğun yorgunluğunu ve kuşkusuz krematoryum dumanlarının görüntüsünü anımsayacaktır. Başka deyişle bu fotoğraf ona tamamen tekil ve tarihçinin asla tümüyle erişemeyeceği imge ve anılar bütününü hatırlatacaktır; tarihçi sonradan buna dair bir anlatıyla elbette karşılaşabilir ama bu anlatının onda yaratacağı duygu tanığın yaşadıklarıyla kıyaslanamaz. Bir mahkûm fotoğrafı, tarihçinin gözünde kimliği belirsiz bir kurbanı gösterir; bir ebeveyn, bir dost ya da tutsaklık arkadaşı için ise bu fotoğraf mutlak anlamda biricik bir dünyanın bütününü hatırlatır. Dışarıdan bir gözlemci için bu fotoğraf –Siegfried Kracauer’in dediği gibi- kurtulunmamış’ bir gerçekliği temsil eder.”

“Tarihçi bu belleği görmezden gelemez; onu araştırması ve anlaması, ona saygı göstermesi gerekir ama boyun eğmek zorunda değildir. Onun görevi, daha ziyade, yaşanan deneyimin tekilliğini genel bir tarihsel bağlama kaydederken bu deneyimin nedenlerini, koşullarını, yapılarını, bütünsel dinamiğini aydınlatmaya çalışmaktır. Bunu yapmak, belleği nesnel, ampirik, belgesel ve olgusal bir doğrulamanın eleğinden geçirmek, gerektiğinde çelişkilerini ve tuzaklarını araştırarak bellekten öğrenmek anlamına gelir.” (Enzo Traverso)