Bundan yüz yıl önce, Avrupa 1. Dünya Savaşı yıkıntılarından çıkmaya çalışırken, dönemin ne kadar olumsuzluğu varsa hepsini bireysel ve toplumsal bağlarıyla göstermeyi amaçlayan bazı filmler yapıldı. Özellikle Alman Dışavurumculuğu olarak adlandırılan akımın filmlerinde ekonomik, politik ve kültürel çöküş, abartılı dekor ve kostüm uygulamalarıyla görünür hale geliyordu. Bunların en ünlüsü olan Das Cabinet der Dr. Caligari/Dr. Caligari’nin Kabinesi (1920), baştan sona ‘çarpık toplumsal yapı’ imgeleriyle doludur. Hikâyenin geçtiği kasabanın genel görünümü, sıkışmışlık ve kaygıyı gösterir. Bireysel alanın (evlerin) toplumsal alana (sokağa) açılan kapı ve pencereleri yamuktur. ‘Devlet kurumlarının çarpılmışlığıyla ilgili görüntüler tarihi’nin sembolik yönden en güçlü ifadesini de bu filmde görürüz: Caligari adlı korkutucu karakterin kasaba fuarında bir uyurgezer gösterisi için izin almak amacıyla belediyeye gittiği sahnede, perspektifle karanlıklara doğru uzayan derin bir ofiste, belediye başkanı, çok yüksek bir masanın önündeki aşırı yüksek bir taburenin üstüne tünemiştir.


Prag’ın Yahudi efsanelerinden yola çıkan senaryosuyla, son derece bariz bir ‘gizli antisemitizm’ de içeren film, sonraki 20 yıl boyunca Almanya ve Avrupa’nın yaşayacağı her şeyin -ekonomik çöküş, Nazizm’in iktidara gelişi, 2. Savaş, Yahudi Soykırımı- öngörüsü gibidir.

Sadece filmlerle değil, genel olarak dışavurumcu sanat yapıtlarıyla ifade edilen dehşet duygusu öyle yüksek düzeydeydi ki, psikiyatrinin de ilgisini çekti. Sanat tarihi eğitimi de bulunan bir psikiyatr, Hans Prinzhorn, şizofren hastalarının yaptığı resimlerle dışavurumcu sanatçıların yapıtları arasında yoğun bir benzerlik bulunduğunu fark etti. 1922’de yayımladığı Bildnerei der Geisteskranken (Akıl Hastalarının Sanatçılığı) adlı ilginç kitapta, bireysel alan ile toplumsal alan arasındaki zihinsel geçişmeyi şöyle özetliyordu: “Dışavurumculuk, çöküşün bir belirtisi ve bu belirtiyi en iyi biçimde dile getirme girişimidir.” (Artistry of the Mentally Ill, Springer, 1972, s. 272)

***

Bir sanat yapıtına baktığınızda, onun üretildiği döneme dair izleri görebilir, o dönemin tüm tarihselliği içinde yapıtı nasıl biçimlendirdiğini ayırt edebilirsiniz. Ama bunun için önce ‘tarihselci’ bakış açısını yeniden inşa etmek gerekiyor. ‘Yeniden’, çünkü son kırk yıldır küresel bir egemenlik kurmayı başaran postmodern akıl, tarihi ve tarihselciliği önemsiz, hatta ilkel bir olguya dönüştürmeyi başardı. İçinden geçtiğimiz anı bile tarihselleştirebilmekten yoksun, uçuk kaçık, Prinzhorn’un birlikte çalıştığı şizofrenlerin yarısı kadar bile ifade gücüne sahip olamayan bir toplumsal akıl üretti. Bu aklın en çok sevdiği şeylerden biri, oyun…

Oyunu sevmeyen var mı?! Ben de kişisel düzeyde her türlü oyuna varım, o oyunun da bir tarihselliğin parçası olduğunu unutmamak koşuluyla…

Yıllar önce Ukrayna’dan aldığım bir tuvalet kağıdı rulosu hâlâ ofisimde duruyor. Üzerinde Putin’in resmi var. Uyanık Ukraynalı girişimci, biraz pis ve ‘bel altı’ bir oyunla “Bu adamlar ancak buna layıktır!” demeye getiriyormuş belli ki… Bugün Kiev bombalanırken daha iyi anlıyoruz; bu tuvalet kâğıdı sadece bir tuvalet kâğıdı değildir. Ama buradaki politik göndermeyi sadece burada ve sadece bir tuvalet kâğıdı -saldırgan bir oyun!- olarak bıraktığınızda, hiçbir işe yaramıyor.

***

Moskova’da yaşayan gencecik bir Ukraynalı yazar var: Artyom Dereschuk. Korku romanları yazan Artyom’un satırlarında, yaşından beklenmeyecek kadar derin bir ‘Sovyet nostaljisi’ yatıyor. Anlatılarını genellikle post-Sovyet dönemin vahşi-kapitalist toplumsal çöküşüne dayandıran Artyom’un 2019’da yayımlanan Russki Dread (Rus Dehşeti) adlı bir öykü kitabı var. Tuhaf şeytani güçler -aslında deforme olmuş, ‘bozulmuş’ insanlar- tarafından ele geçirilen bir köy ve o köydeki bir konakla ilgili epey dehşetli The Cellar (Kiler) adlı öykünün bir yerinde, sembolik düzeyde ‘ülke’ye denk düşen konağı şöyle anlatıyor: “Konak, eski sahiplerinden daha uzun yaşadı. Sovyetler konağın büyük bir tahıl deposu olmasına karar verdi. Sonra okul oldu. Daha sonra, işçiler için bir sanatoryuma dönüştürülmesi planlanırken, nasıl olduysa üst düzeyden birinin yazlık evine dönüştü. Ve nihayet, SSCB’nin çöküşüyle birlikte sahipsiz hale geldi, yakın zamana kadar da öyle kaldı. Yaralı kızın söylediklerine göre, şimdi yeni bir efendi bulmuştu. Kızın anlattıklarına bakılırsa, eline geçen herkese işkence etmekle ilgilenen bir efendi.”

Dr. Caligari’nin Kabinesi’nden yüz yıl sonra, bir tür yeni-ekspresyonist anlatı bu. Ve ne yazık ki, Dr. Caligari’deki kadar da karanlık bir öngörü gücüne sahip…