Bir ülkeye yapılacak en büyük kötülüklerden biri, siyasetin iptal edilmesi olsa gerek. Siyasetin önemsizleştirilmesi, en etkili iptal yollarından biri; muhalefet partilerini muhatap almamak, medyayı tek sesli hale getirmeye çalışmak vs... Siyasetin önemsizleşmesi, tek tek bireylerin görüş ve düşüncelerinin de önemsizleşmesi, çözüm arayışlarının anlamsızlaşması gibi bir sonuca varır. Kendini önemsiz hisseden birinin de insani sorumlulukları zayıflar. Artan suç ve şiddet olayları, yolsuzluklar, mafyalaşma... Yurt dışına gitmeyi isteyenlerin bu kadar çok olmasının nedeni de sadece ekonomik kaygılar ya da özgürlük arzusu değil, önemsiz, değersiz hissetme...

Fakat bu önemsiz hissetme, sadece bu ülkenin meselesi ya da bu hissedişin tek nedeni de sadece siyasetin iptal edilmiş olması değil, insanları birbirine bağlayan bağların neoliberal politikalar ve tüketim toplumu gerçeğiyle koparılmış ya da zayıflatılmış olması. Her an nükleer savaş, küresel salgın ya da iklim krizi gibi bir nedenden dolayı dünyanın yok olacağına dair kaygı, öylesine insanların iç dünyalarına yerleşmiş ki, ne yaparlarsa yapsınlar dünyanın yok olmasının önlenemeyeceğine dair bilinçdışı bir umutsuzluğa kapılabiliyorlar, bu da 19.yy‘da gördüğümüz geniş kitleleri içine alan dünyayı değiştirme arzusunun tam tersi bir biçimde ilgisizlik, kayıtsızlık geniş kitlelerin bir sorunu haline gelebiliyor. Küreselleşme karşıtı hareketler, bu kayıtsızlığı tersine çevirecek bir gücü barındırıyor içinde; bu hareketin deneyimleri ileride siyasetin yeniden canlanışı konusunda yol gösterebilir.

***

Önceki yazımda ‚Kafese Konan Adam‘ adlı kitabından alıntılar alarak bahsettiğim Rollo May, bu önemsiz hissetme, yani ne yaparsa yapsın bir şeyleri değiştiremeyeceğine inanan insanın yaşadığı çaresizlik ve yetersizliğin anksiyeteye dönüşeceğini, anksiyetenin de gerilemeye ve kayıtsızlığa yol açarak insanın insana düşmanlığıyla sonuçlanacağını yazmıştı. Sanırım bugün yaşanan sorunların nedeni de bu. Ukrayna‘daki savaşa yönelik ilginin kitleler nezdinde azalması ve sadece ekonomik sonuçlarıyla ilgilenilmesinden, sadece batan teknelerdeki ölü sayılarıyla zaman zaman gündeme gelen ya da ırkçılıkla birlikte anılan göçmen ve mülteci sorununa, öyle çok kayıtsız kalınan trajik meselelerle kuşatılmışız ki...

Rollo May, kayıtsızlığın kişinin çevresine karşı nefret duyarak kendisini yalıtmasına neden olduğunu, bu yalıtmanın da kişiyi daha da önemsiz ve çaresiz hissettirdiğini yazmıştı. Faşizan yapılar, tam da böylesi ortamlarda filizlenir, kişileri izole eden nefret duygusunu kullanarak. Siyasetin iptal edilmesini otoriter yönetimler bu yüzden arzular ve bu izole etme durumunu muhafaza etmek için de sürekli olarak bu nefreti beslemesi gerekir.

Ama Rollo May‘in de altını çizdiği gibi, asıl tehlike bu kayıtsızlık halinden çok, kayıtsızlığın teslimiyete dönüşmesi. Liderlerinin arzusuyla toplu intiharların dahi gözlemlendiği kült tarikatlardaki gibi, bilincin teslimiyeti, kişinin bir tür varoluşsal ölümü anlamına geliyor. Bu teslimiyet ilaçlar, sosyal medya, kişisel gelişim endüstrisi, dijitalleşme gibi pek çok parçaya bölünebilir. Bu teslimiyeti önleyecek tek şey, tek tek bireylerin kendilerine özgü değerlere sahip anlamlı bir hayata kavuşması ve insanları birbirlerine ve diğer bütün canlılara bağlayan o görünmez bağı hissederek önemli olma duygusunu kazanması. Bunu da sağlayacak en önemli güç, siyasetin bu ihtiyaca özgü olarak yeniden yapılanması olsa gerek.

Rollo May, ‚Kafese Konan Adam‘ adlı kitabında, ‚tarihsel insan‘dan bahseder, yani bir tarihi olduğunu bilen insandan. Tarihsel insan, tarihin bu noktasında olduğunu bilen ve bu gerçeğin sorumluluğunun farkında olan imsandır. Bu sorumluluğu, geçmişin verdiği bilgeliği kullanıp çevresindeki dünyaya ve yaşama ışık tutarak gerçekleştirir. Tarihsel insan, kendi öz bilincine inanan, kendine inanan ve olumlayan, eyleme geçip geçmemenin etkisi olduğuna inanan insandır. Tarihsel insan, dünyadaki ömrünün sonuna yaklaşıyor. Onu yeniden yaratmaktan başka bir çıkış yolu görünmüyor.