Kıta Avrupası’nda başlayıp Amerika’ya, oradan da ‘modernleşme’ kisvesiyle tüm dünyaya yayılan sosyolojinin, ideolojiye dönüşüm macerasının izini sürerken, yüzyılı aşkın bir süredir “Türkiye neden modernleşemedi?” gibi tarih dışı bir soruya sosyoloji içinden/üzerinden cevap arayan Türkiye’deki takipçileriyle de hesaplaşıyor

Tarihsel, kuramsal ve yöntem bilimsel bir meydan okuma

MELEHAT KUTUN

Sosyolojinin Marksist Reddiyesi, sosyal bilimler disiplini içinde yer alan düşünce tarihi, siyaset felsefesi, siyaset teorisi, ekonomi politik ve yöntem bilim gibi çok çeşitli alanların meraklıları ile okuyucularının ilgisine açık bir çalışma. Reddiye’deki bu disipliner zenginliği, toplumsalın bilgisinin parçalara bölünüp özerk kategoriler halinde incelenmesine yöneltilen kuramsal itirazın tutarlı şekilde sürdürülmesi olarak okumak gerekiyor. Bu haliyle de kitap, doğa-toplum ayrımıyla başlayıp sonsuz sayıda kopuşlarla, insanı maddi gerçekliğin bütününden yalıtık bir şekilde ele alan düşünce akımlarına karşı tarihsel, kuramsal ve yöntem bilimsel bir meydan okumaya dönüşüyor.

Sosyolojinin Marksist Reddiyesi, toplumsalın temelinde var olan, insanın insanla ve doğayla, ilişkisinin üretim üzerinden tarihselliğini inatla vurguluyor. Bu ilişkinin, genel sosyoloji disiplini aracılığıyla, tarih boyunca bilinçli bir şekilde maddi içeriğinden soyutlanarak, nasıl salt düşüncede kurulan bir bilme edimine dönüştüğünü göstermeye çalışıyor. Kıta Avrupası’nda başlayıp Amerika’ya, oradan da 'modernleşme' kisvesiyle tüm dünyaya yayılan sosyolojinin, ideolojiye dönüşüm macerasının izini sürerken, yüzyılı aşkın bir süredir “Türkiye neden modernleşemedi?” gibi tarih dışı bir soruya sosyoloji içinden/üzerinden cevap arayan Türkiye’deki takipçileriyle de hesaplaşıyor.

BİR İDEOLOJİYE DÖNÜŞEN SOSYOLOJİ

Reddiye, tarihsel, güncel, kuramsal ve politik sonuçları itibariyle katıksız bir ideolojiye dönüşmüş olan sosyolojinin kurucusu Weber’i ele almadan önce, bu idealist geleneğin tohumlarını atan felsefi öncülleri ile Weber arasındaki sürekliliği ortaya koyarak başlıyor; sosyolojinin kendi içinde eritip kendine mal ettiği idealizmin bugün de farklı biçimlerde varlığını sürdüren kuramsal etkileri üzerine bir kazı başlatıyor.

Sosyolojinin artık bir disiplin olarak kabul edilip, W. Pareto, G. Simmel gibi bu disiplinin kurucu babalarından sayılan düşünürlerle birlikte Weber ve takipçilerinin Marx’taki bilinçli insan eyleminin etkinliğini bertaraf etmek için marjinal-faydacı fail (bireyi) anlayışını merkeze alarak muhafazakâr bir burjuva bilimini nasıl kurguladıklarını tarihsel-ilişkisel bir anlatımla açıklıyor. Bu sayede, felsefi idealizmin ve irrasyonalizmin güncel sosyolojideki köklerinin İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kapitalizmin direksiyonuna geçen Amerikan sosyolojisi ve onun kurucuları kabul edilen Parsons, Rostow, Eisenstadt ve Shills aracılığıyla düşünsel olarak kurumsallaşma uğrakları üzerinde duruluyor.

Tam da bu noktada sosyoloji ideolojisinin hem Türkiye’ye hem de 'üçüncü dünya' olarak adlandırılan diğer ülkelere 'modernleşme' paketi olarak nasıl ve hangi amaçlarla ihraç edildiğini, sosyolojinin savaş sonrasında gerekli görülen yeni kapitalist işbölümü içinde nasıl bir düşünsel işlev üstlendiğini anlamak kolaylaşıyor.

Reddiye, kurduğu tarihsel-ilişkisel aksla hâkim paradigmaya dönüşen bu sosyolojiye alternatif oluşturma iddiasıyla gündeme gelen postmodern/post-yapısalcı düşünce akımlarının tarihsel maddecilik karşısında nerede konumlandırılacağı üzerine de kafaları berraklaştırıyor. Marksizm gibi büyük anlatıların tarihten silindiği, ideolojilerin ve tarihin sonunun geldiği, dolayısıyla da sınıf merkezli siyasetin sona erdiği, liberalizmin tüm formlarıyla kurumsallaştığı, bu yüzyılda çokça buyuruldu. İlk ortaya çıkışından itibaren yorumsamacı gelenekle yakın düşünsel ilişki içinde olan sosyoloji disiplini ile günümüz hâkim paradigmaların bu kadim yorumsamacılık üzerinden tasarladığı söylem/imgesel inşalar gibi kurmacalar arasındaki ortaklaşmanın Reddiye’de ifşa edilmesi bu nedenle çok kıymetli.

TARİHSEL MADDECİLİĞE KARŞI SOSYOLOJİZM

'Büyük Usta' ile başlayan ilk bölüm; iki ana hat boyunca ilerliyor. Marx’ın toplumsal olguyu maddi süreçlerle açıklayan tarihsel maddeci biliminin karşısına, sosyolojizmi işlevsel ve sistemli bir ideoloji olarak kurgulayan Weber ve onun kuramsal öncülleriyle olan düşünsel sürekliliği, birinci hattın konusu. Kapitalist toplumsal ilişkilere ideolojik olarak payanda bir sosyoloji üzerinden kültür, değer, anlam gibi maddi gerçekliklerinden kopartılıp tümüyle metafiziğin konusu yapılan kavramların, gerçekliğin ancak yüzeysel bir görünümünü sunabileceğinin izahı ise ikinci hattın konusu.tarihsel-kuramsal-ve-yontem-bilimsel-bir-meydan-okuma-664299-1.

'Soğuk Savaşın Silahşoru' başlıklı ikinci bölümde, Weber’le kuramsal hattını bulan sosyoloji biliminin ideolojiye evrildiği tarihsel uğrak üzerinde duruluyor. Modernleşme anlatısıyla estetize edilen bu yeni sosyolojinin, Soğuk Savaş döneminde nasıl hâkim paradigmaya dönüştüğü tarihsel bir çerçevede ele alınıyor. Sosyolojinin, kurucu babalarından miras aldığı, iktidar, toplum, yapı/fail gibi çok sayıda kavramı da barındıran kuramsal alet çantasının, savaş sonrası burjuva tahakkümünün gereksindiği düşünsel zeminin harcı olma yolunda Parsons, Rostow, Eisenstadt ve Shills gibi ideologların elinde ideolojik (soğuk) savaş silahlarına nasıl dönüştürüldüğünü peçeleyen örtü aralanmış oluyor. Bu dönemin silahşoru sosyologların düşünsel anlatılarıyla Soğuk Savaş sonrasında popülerleşen post-modern/post-yapısalcı felsefenin tarihsel maddeciliği doğrudan hedef tahtasına koyan konumlanışları arasındaki bağlantı bütünlüklü bir toplumsal özneye/sınıfa duyulan hınç ortak paydası altında ele alınıyor bu bölümde.

SOSYOLOJİNİN MADDECİ DİYALEKTİK ELEŞTİRİSİ

'Misyonerler' başlıklı üçüncü ve son bölümde, sosyolojinin altında azgelişmiş toplumları modellendirme çabasının ürünü olan 'modernleşme kuramı'nın Türkiye’ye ithal edilip, nasıl genel bir sosyolojiye dönüştüğü ve hatta diğer insani bilimleri etkisi altına aldığı sergileniyor. Bu çerçevede, Türkiye sosyal bilimlerinde neredeyse evrensel bir gerçekliğe dönüşmüş 'merkez-çevre' anahtar modelinin ve onun dayanak aldığı ikili anlatılar mantığının tarihsel maddeci ve diyalektik bir eleştirisi yapılıyor. Hiçbir maddi ve tarihsel temeli olmayan bürokratik-siyasal elitler ideal tipi ve kerameti kendinden menkul bir devlet geleneği söylencesi bu merkez-çevre modelinin temel düşünsel aksını oluşturur. Reddiye, devlet-toplum ilişkisinden, askeri darbelere, iktisat politikalarından siyasal otoriterleşmeye değin neredeyse her şeyi açıklamaya muktedir bu tasarımın taşıdığı epistemolojik/ontolojik çarpıklıkları, hem sosyolojinin kurucu babalarıyla hem onun modern sürümü olan Amerikan sosyoloji babalarının düşünceleriyle ilişkilendirerek okuyucunun önüne koyuyor.

Nihayetinde; Reddiye bir toplumsal ilişki biçimi olarak devleti sermaye ve toplumdan azade bir yerde görmenin zor olduğu günümüz faşizm çağında sosyal bilimlerin bu ideolojik mistifikasyonuna ilişkin eleştirinin kuramsal ve politik (sınıfsal) mücadelesi açısından ivediliğini hatırlatıyor. Reddiye’nin buna önerisi ise geçen yüzyılı tahakküm altına almış olan verili sosyolojik paradigmanın ontolojisinden, kavram setlerinden ve önerdiği yöntem bilimsel bireycilikten kurtulmak. Bir başka deyişle, kavram ile gerçeklik arasındaki maddeci diyalektik ilişkiyi yeniden kurmak, diyalektiğin söylediği, gibi şeylerin kendisine yabancılaşmış kavramlarıyla değil, ilişkilerle ilgilenmek.