Karl Löwith Antik Yunan dünyasında çevrimselliğin, döngüsel zaman anlayışının egemen olması nedeniyle bu dünyanın insanlarının radikal değişiklikler beklemediklerini belirtir.Yunanlılara göre tarih nihai bir sona yönelmemişti, tarihte bir son, bir erek yoktu. Herodot geçmişte vuku bulmuş olayları anlatıyor, geçmişi kaydediyordu, ama gelecekteki bir hedefe yönelmiyor, “tarihte anlam” aramıyordu. Epik özellikler üzerine kurulu, şiirsel dil ile gündelik dil arasında ortalama bir ifade tarzıyla yazı dökülen bu tarih anlayışında olayların anlamlı bir seyri yoktu (1).

Löwith tarihte anlam bulabilmek için hareketin, olayların, faillerin eylemlerinin sonuçlarını ortaya koymak gerektiğini, çünkü anlamın amaca bağlı olduğunu vurgular. Tarihçi fiili olguları kaydetmekle yetinmemeli, “neden böyle oldu, aktörler neden böyle davrandılar ?” sorularını da sormalı, bu sorulara cevap aramalıdır.Yunanlı tarihçiler bu soruları sormamışlar, antik dünyanın insanları da gelecek beklentisi içinde olmamışlardır. Antik dünyanın tarih anlayışı ile Yahudi-Hıristiyan dünyanın tarih anlayışı arasındaki çok önemli bir farktır bu. İkincisinde gelecek beklentisi, kurtuluş umudu vardır.

Yunan tarihçileri gelecekteki her şeyin geçmişteki gibi olacağını düşünüyorlardı. Onlar açısından geçmiş sonsuz bir temel niteliğindeydi. OysaYahudi-, Hıristiyan tarih anlayışı tam aksine, gelecekçidir. Bu tarih anlayışında “geçmiş geleceğe verilen bir sözdür” (2). Löwith, Eski Ahit’in bir “gelecek duyurusu” olduğunun altını çiziyor. Bu tanrı iradesinin belirlediği, eskatolojik bir gelecektir. Ama yine de olsun. Sonuçta, geçmişten ve şimdiden farklı bir zaman söz konusudur.

Bu teolojik tarih yorumu, inanç ve vahiy temelindeki tarih felsefesi Batı düşüncesine uzun yıllar hakim oldu. Teolojik tarih geçmişte, geçmişin olaylarında anlam aradı. İsa’nın çarmıhtaki ıstıraplarından yola çıkarak acı çekmeyi tarihsel bir edim olarak kavradı ve bunun anlamı üzerinde düşündü. Kimi zaman tarihte acı çekmiş olanlara eğildi.

Edward Said, İsa’nın ilahi varlıkla özgün bir ilişki kurduğunu, kendini oğul olarak babanın (Tanrı’nın) yanına koyduğunu belirtir. İsa, baba ile doğrudan konuşabiliyordu, tıpkı yoksullarla konuştuğu gibi. Onun baba ile doğrudan konuşması “siyasi işleyişte gedik açıyordu”. Teolojik yorum kimi zaman İsa’nın kurduğu bu “oğul dini”ni, onun baba ile hiyerarşik olmayan ilişkini merkeze almış, tarihsel olaylara onun baba ile kurduğu hiyerarşik olmayan ilişkiyi esas alarak bakmıştır. Said’e göre bu özgün ilişki İsa’nın sözünü kayda geçiren İncil yazıcılarınca bozulmuştur. Bozulan ilişkiyi onarma girişiminde bulunan da yine bir tarihçi olmuştur. Ernst Renan, “ manevi bir devrimin yaratıcısı” olarak gördüğü İsa’nın, İncillerin ötesindeki İsa’nın hayatını anlatmıştı.

Sekülerleşme, metafizik ve dini referanslardan uzaklaşma ancak modern zamanlarda gerçekleşti. Teolojik anlayıştan kopuşla, dinsel yorumların terk edilmesiyle ilerleme düşüncesinin egemen olduğu bir tarih anlayışı gelişti. İlerlemeye olan inanç ve bağlılık tanrısal inayetin yerini aldı.

Bir başka gelişme daha oldu: Mutlak kesinlik ardına düşüldü. Tarih kesin bilgiye dayanmadığı gerekçesiyle bir bilim olarak kabul edilmedi. Bu eğilimin en açık ifadesini duyusal deneyimine dayanan bilgiyi reddeden Descartes’ın düşüncesinde buluruz.

Edward Said’in “ prototip modern düşünür” olarak nitelediği Vico hem Kartezyen rasyonalizmin katılığından, hem de Aydınlanmanın ilerleme yanılsamasından uzak evrensel bir tarih anlayışı geliştirdi. Teolojik perspektifi, inayeti henüz terk etmemiştir, bu anlayış. İleriye doğru işleyen bir zaman anlayışı yerine sarmal bir zaman algısına dayanır. İnsanlığın seyri yabani ve kahramanca törelerden uygar bir hayata doğru olmakla birlikte bu gelişme düz bir çizgi halinde ilerlemez ; tekrarlar ve geri dönüşler pekala mümkündür. Dolayısıyla, barbarlık çağının geri dönebileceğini kabul eder. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra barbarlık canlanmıştı, örneğin. Hıristiyanlık geri dönen bu barbarlık çağının sona ermesine, daha insani bir düzenin doğmasına katkıda bulundu.

Vico, Kartezyen bilgi ve hakikat ölçütünü sorguladı. Löwith’in belirttiği gibi Descartes’in “metodolojik şüpheciliğini tersine çevirdi”. Descartes’in tam aksine insan zihninin belirsiz bir doğası olduğunu, başlangıçta açık seçik düşünceler olamayacağını, dolayısıyla tarihsel açıdan başlangıcın muğlak olduğunu kabul etti.

Vico’ya göre insan düşünerek, tasarlayarak, özgür eylemleriyle kendi dünyasını yaratır, tarihini yapar.Tarihsel dünya insan tarafından yaratılmıştır. İnsan, kendi yarattığı bu dünyayı bilir. Başlangıçlar, ilkler hakkında bilgi sahibi olabilir. Bu dünyanın yasalarını kendi koyduğu, kurumlarını kendi oluşturduğu için istediğinde bunları değiştirebilir.

Edward Said, Vico’nun “ başlangıçlar filozofu” olduğunu söyler. Vico belirsiz olan, dolayısıyla kesin bilgisine sahip olamayacağımız başlangıcı tahayyül etmiş ve bu başlangıçtan kalkarak şeylerin doğası hakkında fikir ileri sürmüş, akıl yürütmüştü. İnsanlar arasında ortak bir başlangıç bulmaya çalışmıştı.

Dipnotlar
(1) – Karl Löwith, Tarihte Anlam, çev. C.Turan, Say Yayınları, 2012, s. 23–33
(2) - K.Löwith, a.g.e., s. 23

 

.