Tarikatlar holding, müritler müşteri

Mustafa Kömüş

AKP döneminde geçmişe göre daha güçlenen tarikat ve cemaatler alabildiğine ticarileşti. Antropolog Tayfun Atay, günümüzde tarikatların holding, müritlerin müşteri olduğunu ifade etti. Atay, bu yapıların AKP tarafından ‘sokağa sürülebilecek güçler’ olarak yedekte tutulduğunu söyledi.

► AKP’nin tarikatlarla kurduğu ittifak neticesinde bu yapılar toplumun tamamına yayıldı. Bu süreç nasıl gelişti?
Bu süreç AKP ile başlamadı ama AKP ile en radikal dönemine girdi diyebiliriz. Çok daha kökten, çok daha yaygın, etkin bir şekil aldı yani. Bunun yanı sıra elbette tarikatların işleyiş dinamiği ve zihniyeti de değişti. Buna ben 2015 yılında Cumhuriyet’te hazırladığım bir yazı dizisinde ‘Hepsi Holding Oldu’ başlığını atmıştım. Bu başlık da aslında bu tarikat, cemaat oluşumlarını içerden bilen bir kişiye aittir. Sahip oldukları iktisadi ayrıcalıkları kaybetmek istemiyorlar. Türkiye’de eskiden Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) vardı. Şimdi Cemaat İktisadi Teşebbüsleri (CİT) var. Dolayısıyla AKP döneminde bu oluşumlar alabildiğine holdingleştiler, alabildiğine ticarileştiler. Ortada mürit kalmadı. Müritler müşteri oldu. Tekkeler birer holdinge dönüştü. Elbette daha öncesine de gitmek gerekir ama yine de diyebilirim ki 1980 sonrası ANAP’ın; Turgut Özal iktidarının da bu oluşumların gürbüzleşmesindeki payı çok önemlidir. Tarikatlar ANAP dönemine ve Özal’ın siyasetine de ne kadar teşekkür etse azdır. 80’lerden itibaren, Türkiye’de Türk-İslam sentezi ideolojisinin resmi ideoloji haline gelmesiyle başlar esas atılım. 12 Eylül darbe rejiminin solu ve sosyalizmi ezme çabasında soğuk savaşın tedirgin ortamında da ülke içinde birtakım muhalif odakları ezme yolunda, dini dalgakıran olarak kullanma çabasıyla bağlantılı olarak tarikat ve cemaatlere siyasi, resmi ilgi artmıştır. AKP ise Türkiye’de kendilerince “eski Türkiye”yi alaşağı edip dini vesayet rejimini (daha sonra FETÖ dedikleri oluşumla birlikte hareket ettikleri dönemde) değiştirme çabasına girdikten sonra çok daha pervasız bir şekilde tarikat-cemaat hareketleri karşımıza çıkar. Aslında bu işin evveliyatına gidilecek olursa İslam tarihinde tarikatın hedefi bir ideal anlamında, Allah’a yol tutmaktır. Fakat bugün Allah’a yol tutmaktan paraya yol tutmak olarak, hatta kapitalizme yol tutmak olarak değişime uğramışlardır. Elbette büyük bir kitleyi arkalarında topladıkları için siyaseten de ihmal edilemezler. Fakat biraz siyaseten hadlerini aştıkları noktada da mevcut ‘dinbaz’ iktidar ve onun lideri onlara haddini bildirmekten çekinmeyecektir. O dönemde yaptığımız araştırmada pek çok tarikat çevresiyle görüştüğümde çıkan sonuç, Erdoğan’a yönelik olarak “O zaten kendisi şeyh oldu, başka tarikata gerek yok, kendisi zaten başlı başına bir tarikat” demişlerdi. Yani bu çevrelerde bir yandan da “Fethullahçılara yaptıklarını bize de yapabilirler” kaygısı vardır. Dolayısıyla her iki tarafından da birbirini tarttığı, karşılıklı temkinlilik içinde olduğu bir durum söz konusudur.


KAPİTALİZMİN ABDESTLİ FORMU

► Bu yapıların, laikliğin ve seküler yaşamın aldığı darbelerdeki etkisi nedir?
O darbelerde kitlesel olarak AKP’nin arkasında durmalarına bağlı olarak önemli etkileri var. Sonuçta önemli bir kitle oluşturdular. Belki de en önemli aktif kitlesel destektir bu. Onların zaten yıllar boyunca bu memlekette seküler siyaset, seküler rejim ve seküler toplum karşısında kuytu köşelerde söyledikleri, nefretle söyledikleri her şey AKP döneminde açık seçik söylenir hale geldi. Tabii bu çevrelerin ağızlarına bir parmak bal çalma çabası da bu iktidar tarafından sergilendi. AKP ve onun lideri bir yandan bunları yaparak sanki daha İslami bir rejim havası, “İslami Türkiye” havası estirirlerken esasen bunların kapitalizmin abdestli formu olduklarını söylemek mümkündür. Sonrasında biraz değişti tabii. Türkiye’de seküler toplumla ters düşmelerine bağlı olarak, bir şekilde başlangıçta reddettikleri Erbakan’ın anti-kapitalist tınılı Milli Görüş çizgisine ricat etmeleri de konjonktürel olarak, bağlamsal olarak iktidarlarını sürdürme yolunda refleksif olarak kendini gösterdi. Başlangıçta ılımlı İslam denilebilecek şekilde daha Batı’ya yakın bir üslupla siyaset yürütürlerken o dönemde tarikatların da çok fazla öne çıkmayıp sessiz sedasız, saman altından su yürüttükleri söylenebilir. Özellikle Gezi Direnişi sonrasında iktidarın ülkede önünü alabildiğine açtığı “modern-seküler” ve “dindar- muhafazakâr” kutuplaşmasına bağlı olarak bu oluşumların çok daha belirgin bir şekilde dışavurumlarıyla karşı karşıya kaldığımız söylenebilir. Ancak bu süreçte de iktidarın ekonomi-politik çizgisinde özünde değişen bir şey olmadı. Ne derlerse desinler, seküler toplumun gündelik hayatın içindeki bazı özgürlüklerine gem vursalar da sonuçta o kapitalist işleyişin dışına çıkıp bir İslami rejim yaratma noktasının çok uzağındalar. Ayasofya’da olduğu gibi CHP’yi laik Türkiye’nin kurucu unsurlarından ve önemli sembollerinden biri olarak sürekli hedef alarak o dindar-muhafazakâr oy kitlesini arkalarında zinde tutmaya çalışıyorlar. Ama sonuçta yapıp ettikleri, bu kesimlerin ülkedeki laik/seküler insanlara hıncını kullanarak malı götürmek. Malı götürürken dini bir dille yol alıyorlar. O yüzden bunlara ‘dinbaz’ denir.

tarikatlar-holding-muritler-musteri-758403-1.
Tayfun Atay

► Tarikat ve cemaatler yargıda, eğitimde, sağlıkta ciddi kadrolaştı. Bu konuyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Daha önce söylediğimle tutarlı çerçevede şunları söyleyebilirim ki bu kadrolaşmalar yine AKP öncesinde başlamıştır. 1980 sonrasında da bunu görebilirsiniz. O dönemden beri bakanlıklarda, bürokraside kadrolaşma yoğunlaştı. Fakat ondan önce de vardı. Mesela Turgut Özal’ın yetişme sürecine baktığımız zaman, bu 12 Eylül (1980) öncesidir. 1960’lı 70’li yıllardır. O da kardeşi Yusuf Bozkurt Özal da abisi Korkut Özal da Nakşi tarikat geleneğinin içinde yetişmiş insanlardır. Zaten 1970’lerde CHP-MSP (Milli Selamet Partisi) Koalisyonu, sonrasında MSP’nin de içinde olduğu Milliyetçi Cephe hükümetleriyle birlikte MSP’nin kontrolünde olan devlet organlarında da bu başlamıştı. Ama bir şekilde AKP dönemi çok daha açıktan, dünya konjonktürünün de el vermesiyle bağlantılı olarak pek çok yönden çok daha rahat ve etkin hareket etme imkânı verebildiği için kadrolaşmalar Sağlık Bakanlığı’nda, Milli Eğitim Bakanlığı’nda vs. görülebilmekte. Evet burada bir etki alanları vardır ama onların etki alanları üzerinde de bir ‘tek adam’ın etki alanı vardır. Ve o tek adamın çevresinde de bir ağ var ve bu ağ, o ya da bu tarikat oluşumunun çok daha ötesinde bir işleyişe sahip. Din söz konusu olduğunda, tarikat-cemaatlerin hepsinden öte, kendisi zaten İslami bağlamda başlı başına bir kült derecesine çıkarılmış, yüceltilmiş bir figürden bahsediyoruz ki o da Erdoğan’dır. Evet doğru, cemaat ve tarikatlara AKP döneminde imkân sağlandı. Ama AKP döneminde bunlardan katlarca fazla imkân alanı Recep Tayyip Erdoğan’a açıldı. Bugün geldiğimiz 2020’lerde bir tarafta tarikat-cemaat oluşumları (Nakşilik, Kadirilik, Nakşiliğin kolları, Süleymancılar vs.) var, öbür tarafta da bu 20 yılda varlık bulmuş bir kült lider, onun siyasi-bürokratik ve de dini şebekesi var. O da Diyanet. Baksanıza, Diyanet artık hem başlı başına, üstelik ‘resmi’ bir cemaat olarak karşımızda hem o da artık bir holding işleyişine sahip.

► Toplum olarak bunlara karşı nasıl mücadele etmeliyiz?
Bu yapılarda itaat kültürü esastır. İtaat kültürünün esas olduğu yerde toplumsal muhalefetin eleştirel aklı savunmaya devam etmesi ve toplumun gerçek sorunları üzerinden kendini ifade eden bir mücadeleden yılmaması gerekir. Burada bir ortak payda olarak en önemli nokta sekülerlik. Sosyal barışı hedefleyen, farklılıkların bir aradalığını esas alan bir sivil toplum laikliği. Tarikat ve cemaatler, mürit ister. Mürit de körü körüne inanıp kendisinden her isteneni itaatkar bir şekilde yapan demektir. Aslında özellikle Z Kuşağı'nı düşünecek olursak tarikatların, cemaatlerin bugünün dünyasında ve geleceğe dönük olarak, çok fazla hitap edebilecekleri bir kitle de kalmadı ortada. Söylemleri ve pratikleri çok eskide kaldı. O yüzden sürekli geçmiş mağduriyetleri gündeme getirerek, o yüzden hep Osmanlı yüceltisi ve Osmanlı istismarcılığı yaparak hatta bir ‘Osmanlı endüstrisi’ yaratarak yol almaya devam ediyorlar. Geçmişi bugünkü kapitalist çıkarlar doğrultusunda manipüle ve istismar etmeye dönük bu çürümüş ve kokuşmuş siyasetin karşısında gelecek bütün sorunlarıyla, hala eleştirel aklın izinde yol alanların ve o sorunlar karşısında koşulsuz itaatin değil, yeri geldiğinde ve elbette sivil-demokratik çerçevede karşı çıkış, tepki ve direniş sergilemeyi bilenlerin yolunu gözlüyor.