Türkiye’de tarıma dönük desteklerin milli gelire (MG) oranı, gelişmiş ülkelere kıyasla çok düşük olmuştur. Bununla birlikte, Niyet Mektuplarının öncesinden, 1990’lardan başlayarak bu desteklerin olağanüstü boyutlara çıktığına ve desteklerin pek azının üreticiye ulaştığına dair resmi/gayriresmi yalan üretimleri hep tedavülde olmuştur

Tarımda bağımlılığın kısa tarihi

Oğuz Oyan - Emekli Öğretim Üyesi

İki hafta önceki “Gıda Egemenliğine Saldırılar: Emperyalizmin Aynası” başlıklı yazımızda Türkiye konusuna kısa göndermeler dışında girememiştik. Şimdi Türkiye tarımında bağımlılık ilişkilerinin üretilmesinin kısa tarihine bir bakış atmanın zamanıdır. Bu kısa tarihi daha çok 1990’lardan itibaren ele alacak olmamıza karşın, daha öncesinde üç kırılma döneminin yaşandığını belirtmekte yarar var.

1946-1990: Üç farklı yöneliş
Birincisi 1946-1953 arasında kalan ve farklı siyasal partilere rağmen benzer ekonomik yönelişleri simgeleyen dönemde liberal dış ticaret politikalarının benimsenmesi, 1946’da IMF’ye üye olma adımı olarak Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyonunun gerçekleştirilmesi, Marshall yardımına “hak” kazanma çabaları içine girilmesi, 1950’lerin tamamında ithal traktör furyasıyla başlatılan tarımda mekanizasyonun ifrata kaçan toprak açmalarına, toprak mülkiyeti transferlerine ve ekstansif (yaygın) tarım tekniklerine yol açması bağlamında ilk kırılmalar oluşmaktadır.

İzleyen dönemde kimyasal girdilerin kullanımı üzerinden dış bağımlılıklara yeni sayfalar eklenmiş olmakla birlikte, 1963-1979 döneminde planlı bir kalkınmanın benimsenmesiyle yoğun tarım tekniklerinin öne çıkmaya başlaması, tarımsal desteklemenin güç kazanması, tarımsal girdilerde ithal ikameci sanayilerin geliştirilmesi yollarıyla önemli korumalar da sağlanmıştır. Demek ki, ikinci gıda rejimi dönemine bağımlı bir giriş yapan Türkiye tarımında bunu önemli ölçüde telafi eden bir ara dönem yaşanarak gıda egemenliğinde olumlu bir yöneliş gerçekleştirebilmiştir.

1990’lar öncesindeki üçüncü kırılma dönemi 24 Ocak 1980 Kararlarıyla (IMF düzenlemeleriyle) açılmıştır. Tarımsal desteklemenin köklü bir biçimde daraltıldığı, iç ticaret hadlerinin sert bir biçimde tarım ürünleri aleyhine döndürüldüğü, gelir dağılımında ücretliler ile birlikte en büyük darbeyi küçük tarımsal üreticilerin yediği 1980’ler dönemi aslında hem 1990’ların hem de 2000’lerin habercisidir. Türkiye tarımında 1980’lerde başlatılan dönüştürme operasyonunun yarım kalmasının asıl nedeni, henüz bunun fikri altyapısının uluslararası müdahale kuruluşları nezdinde dahi tam oturmamış olmasıdır. Bunun için GATT’ın DTÖ’ye dönüştüğü ve onun önderliğinde tarımda korumacı politikalara genel bir saldırının başlatıldığı 1990’lı yılları beklemek gerekecektir.

1990’lar: Tarımda bağımlılığın fikri temellerinin oluşturulması
1990’lar hem dünya ölçeğinde tarımda liberalizmin dayatıldığı bir hazırlık dönemi olmuş, hem de Türkiye dahil birçok tekil ülkede buna ilişkin bağımlılık ağlarının geliştirildiği bir ön dönem olmuştur.

Türkiye 1994’te yanlış para politikası kararları sonucunda IMF’ye muhtaç duruma getirildiğinde, karşısına konulan ilk fatura tarımsal desteklemenin daraltılması olmuştu. Tarımsal desteklemenin 1993 genişlemesinden sonra 1994-95’de yeniden daraltılması, IMF müdahalesiyle oluşturulan 5 Nisan Kararları sonucudur. Buna göre sadece desteklenen ürün sayısı azaltılmamış, TSKB’leri destekleme dışına itmenin ilk dayatmaları ile girdi desteğinin azaltılması süreci de başlatılmıştır. 1995’den itibaren TSKB’lerin ürün alımlarına Hazine garantisi kaldırılmış, bir geçiş uygulaması olarak alımlara sadece kredi desteği sürdürülmüştür. 1997 sonrasında ise gübre desteği nispi esastan miktar esasına bağlanıp, çift rakamlı fiyat enflasyonunun hüküm sürdüğü bir ortamda nominal olarak da sabit tutulunca, girdi desteğinin azaltılması amacı da gerçekleşmeye başlamıştır.

Ancak bu uygulamalardan daha önemlisi, ilk kez 1990’lı yıllarda Türkiye’de destekleme modelinde köklü bir dönüşümün kaçınılmazlığı üzerinde yoğun bir tartışma ve ikna kampanyası başlatılması olmuştur. Tartışmayı açan Hazine Müsteşarlığı öncülüğündeki ekonomi bürokrasisi büyük ölçüde IMF-DB ikizinin etkisindedir. Özellikle DB ile proje ilişkileri üzerinden çok içli-dışlı olan neoliberal akademisyen çevrelerinin telkinleri de aynı doğrultuda olmuştur. Neoliberal politikalara çok yatkın olan siyaset anlayışlarının varlığı da bu süreci hızlandırmıştır. 1994-99 dönemi bu dönüşümün zihinsel altyapısının hazırlanması dönemidir. Tartıştırılan şey, üretim kararlarını ve piyasa dengelerini hiç bozmayacak şekilde üreticiye üretimden bağımsız bir doğrudan gelir desteği (DGD) verilerek geleneksel destekleme araçlarının lağvedilmesidir.

Burada iki resmi metin belirleyici olmuştur. Birincisi, DTÖ’nün sahneye çıkışını da simgeleyen bir resmi belge olarak 1995’te bir Tarım Anlaşması imzalanması ve bunun uluslararası bağlayıcılığı olan bir belgeye dönüştürülmesi çabalarıdır. İkincisi, neoliberal anlayışlar doğrultusunda ikinci kez yazdırılarak kabul edilen VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) metnidir. Bu metin, 2000’lerin DGD uygulamasını henüz 1990’larda resmen öngörmektedir.

1998’de IMF ile kurulan Yakın Gözetim ilişkisi ilk denetim düzeneği olmuştur. Ama asıl kalıcı dönüşümler, 9 Aralık 1999’da IMF’ye verilecek çok kapsamlı bir Niyet Mektubu ile başlatılacaktır.

2000’ler: Tarımda bağımlılığı pekiştiren dış reçeteler dönemi
Türkiye için 21. yüzyıl tam da 1 Ocak 2000 yılında yürürlüğe sokulan IMF stand-by düzenlemesiyle başlamaktadır. Başlayan yalnızca bir istikrar programı değildi. Program, kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı da içermekteydi. Bunun, finansal sistem, KİT sistemi ve tarımsal yapı olmak üzere üç önemli ayağı bulunmaktaydı. KİT sisteminin tasfiyesi, çok sayıdaki tarımsal KİT’i kapsaması nedeniyle büyük ölçüde tarımı da ilgilendirmekteydi. Finansal sistemdeki dönüşüm de kısmen tarımdakiyle doğrudan/dolaylı bir ilişki içindeydi. Nitekim, Tariş Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin mülkiyetindeki Tarişbank’ın hiçbir defosu olmadığı halde IMF+DB+Hükümet zorlamasıyla TMSF’ye aktarılıp oradan da Denizbank’a satılması ibretlik bir olaydır. Eğer Niyet Mektubunun 3,5 yıl içinde özelleştirilecekler listesindeki Ziraat Bankası da satılsaydı, bugün tarımsal kredilerle ilgili bir kamu bankası namevcut olacaktı. Gerçi süreç içinde bu bankanın tarımla ilişkisi önemli ölçüde kopartılarak, amaçlanan şey kısmen yerine getirilmiştir, ama gene de bu konuda IMF/DB hedeflerine ulaşılamamıştır.

tarimda-bagimliligin-kisa-tarihi-531994-1.
Tarıma verilen desteklerin dolaylı vergiler aracılığıyla geri sağılmasının AKP döneminde doruğa çıktığını ve yalnızca tarımın kullandığı mazot üzerinden alınan ÖTV ve KDV ile tüm tarımsal desteklerin yüzde 85’inin geri alındığını vurgulamak ise, oynanan destekleme oyununu teşhir etmeye yarayabilir.



Tarıma dönük büyük yapılandırma projesinin asıl planlayıcısı ve uygulayıcısı Dünya Bankası’dır. DB’nın “Tarımda Reform Uygulama Programı” (TRUP) adını verdiği programın içeriği ve hızı, farklı iktidarlar döneminde aynen korunmuştur. Programın imzalandığı ve hızla uygulamaya geçirildiği dönem 57. Hükümet dönemidir. DSP-MHP-ANAP koalisyonundan oluşan bu hükümetin bazı bakanları zaman zaman programın acımasız sertliğine karşı direnmiş olmakla birlikte, 2001 krizinden itibaren DB Başkan Yardımcılığından 57. Hükümetin Başbakan Yardımcılığına sıçrayan Kemal Derviş (ve arkasındaki güçler) tarafından hizaya getirilerek istifaya zorlanmışlardır.

IMF/DB’nın talep ettiği yasal düzenlemelerin yasama üzerinde kurulan baskılarla (meşhur “15 günde 15 yasa” dayatması gibi) çıkarılması, adeta bugünlerin kuvvetler birliği koşullarını anımsatacak özellikler taşımaktadır. 2002 sonunda iktidarı devralacak olan AKP Hükümetinin de, seçim öncesinde IMF programında revizyon işaretleri vermesine rağmen, programı eskisinden daha büyük bir sadakatle uygulamaya koyulması ve 2005 başında IMF düzenlemesini yenileyerek süresini uzatması, dış odakların daha muteber bir temsilcisi olduğunu kanıtlamıştır.

Tarıma dönük tasfiyelerin niteliği
Tarıma dönük tasfiye politikaları birkaç yoldan yürütülmüştür: İç desteklerin hızla sınırlandırılması; tarımsal üretimi ve istihdamı daraltan DGD uygulamasının kapsamlı bir biçimde sisteme sokulması; iç ticaret hadlerinin yani tarım/sanayi fiyat endeksi biçiminde özetlenebilecek tarımın ticaret hadlerinin sürekli ve adeta geri dönüşsüz biçimde tarım ve çiftçi aleyhine döndürülmesi; tarımın dolaylı vergilerle sağılmasında yeni bir sıçrama yapılması ve böylece görünür desteklerin görünmez yollarla fazlasıyla geri alınması; tarımın finansmanının daraltılması ve kredi reel faizlerinin yükseltilmesi; TSKB’lere kredi desteğinin önce sınırlandırılıp sonra tasfiye edilmesi...

Türkiye’de tarıma dönük desteklerin milli gelire (MG) oranı, gelişmiş ülkelere kıyasla çok düşük olmuştur. Bununla birlikte, Niyet Mektuplarının öncesinden, 1990’lardan başlayarak bu desteklerin olağanüstü boyutlara çıktığına ve desteklerin pek azının üreticiye ulaştığına dair resmi/gayriresmi yalan üretimleri hep tedavülde olmuştur. Bunların önemli ölçüde Niyet Mektupları metinlerine de girmiş olması, TRUP sonrasında tarımsal üreticilerin aleyhine işleyen büyük altüst oluşu meşru kılabilmek için gerçeklerin çarpıtılmasına ne denli ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir.

Sadece iki örnek verelim. Birincisi, Hazine’nin abartılı “tahminleri” tarımsal destekleme yükünün MG’e oranla çıktığı düzeyi 1997-98 için yüzde 10,24’e kadar vardırmıştı. Ancak kendisi dahi bunu abartılı gördüğünden olacak, IMF’ye verilen Niyet Mektubunda Hazine Müsteşarlığı “küçük” bir düzeltmeye giderek, “destekleme politikalarının son yıllarda GSMH’nın yüzde 3’ü gibi bir maliyet” getirdiğini yazabilmişti. Gerçi bu son oran dahi gerçek durumun abartılı bir görüntüsünden ibarettir ama amacımız şimdi oranı tartışmaktan ziyade ekonomi bürokrasisinin ciddiyetini sorgulamaktır.

Ama şu kadarını söyleyelim: 2006 Tarım Kanunu, tarıma MG’in en az yüzde biri kadar destek verilmesini düzenleyen hükmüne rağmen 2006-2018 döneminde desteklemelerin MG’e oranı yıllık ortalama yüzde 0,5’in bile altına gerilemiştir.

İkincisi, desteklerin pek azının üreticiye ulaştığı yani “büyük sızıntıların varlığı” masalıdır. 1993 yılında ilk kez uygulanan pamukta prim desteğini finanse etmek üzere Ziraat Bankası’ndan 315 milyon dolar borçlanan Hazine’nin, daha sonra geriye 700 küsur milyon dolar “faiz” ödemiş olmasına rağmen, başlangıç borcuna dolar bazında yıllık yüzde 100’ün üzerinde faizler uygulayıp 1998’e gelindiğinde kendi borcunu 18 milyar dolara çıkarabilmesi (gerçekte, Ziraat Bankası’nı kurtarması) öyle kötü bir mizansendir ki “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”na örnek olabilecek cinstendir. Ama bu gayriciddi iddialar resmi belgelere girdiği gibi “ciddi” sanılan ağızlarda da tedavülde olabilmiştir!

Tarıma verilen desteklerin dolaylı vergiler aracılığıyla geri sağılmasının AKP döneminde doruğa çıktığını ve yalnızca tarımın kullandığı mazot üzerinden alınan ÖTV ve KDV ile tüm tarımsal desteklerin yüzde 85’inin geri alındığını vurgulamak ise, oynanan destekleme oyununu teşhir etmeye yarayabilir.

Bütün destekler içinde ilk yıllarda yüzde 80’lere varan bir ağırlığa varacak denli kapsamlı uygulanan DGD ise, uygulandığı 2001-2007 dönemi boyunca yalnızca 13 milyar TL’lik bir ödeme gerçekleştirmekle birlikte, 3 milyon hektara yakın toprağın ekim alanı dışına çıkmasına ve 2,5 milyon çiftçinin üretimden düşmesine neden olabilmiştir.

Sonuçlar
Sonuçlar ortadadır: Tarımsal istihdamın toplam istihdam içindeki payı 2000’de yüzde 36’dan 2006’da yüzde 23,3’e, 2017’de ise yüzde 19,4’e gerilemiştir. Tarımsal hasılanın GSYH içindeki payı 2000’de yüzde 12’den, 2009’da yüzde 8,1’e, 2016’da yüzde 6,2’ye gerilemiştir.

Tarımın dış ticaret dengesi de, Cumhuriyet tarihinde ilk kez uzun dönemli bir “olumsuz bakiye” dönemine girmiştir. 2003-2017 arasındaki 15 yılın 13 yılında dış ticaret dengesi negatiftir.

Tarımsal destek kurumlarının (girdi üretimi ve/veya destekleme alımında görevli KİT’ler, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Bakanlığı birimleri, tohum üretim istasyonları, vs.) özelleştirilmesi, işlevsizleştirilmesi veya tasfiyesi ise, ulusötesi şirketlerin (UÖŞ) her ülkede kolayca bulamadıkları ikramlar kapsamındadır. Bu ikramlar, UÖŞ’lere adeta iç pazara serbest giriş vizesi niteliğindedir.

İki hafta önceki yazımızda gıda egemenliğinde biyoçeşitliliğin önemine vurgu yapmış ve Tohumculuk Kanunu (2006) başta olmak üzere Türkiye’nin AKP döneminde ne denli UÖŞ’in güdümüne girdiğine değinmiştik. Birgün Pazar’ın aynı sayısında (4 Kasım 2018) değerli araştırmacı Dr. Necdet Oral ile 6 Kasım tarihli BirGün’de değerli meslektaşımız Prof. Tayfun Özkaya, yeni yürürlüğe giren “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretilmesi ve Pazarlanmasına Dair Yönetmelik” ile daha ağır bir bağımlılık ilişkisi içine girildiğinin altını çizdiler. Ne diyelim? Gıda emperyalizmi ve işbirlikçileri için durmak yok, yola devam...

Türkiye tarımının yeni yüzyıldaki tarihi, dış dinamiklerin belirleyici olduğu olağanüstü hızlı bir dönüştürme saldırısının tarihidir. Ama bu dönüştürme, 1990’lardan itibaren içerde siyasi/ bürokratik/ akademik düzlemlerde ideolojik zeminin hazırlanması ve işbirlikçiliklerin türetilmesi olmaksızın olamazdı. Bize düşen, öncelikle bu yerli işbirlikçilerle hesaplaşmak olmalıdır. Bunu başarırsak, gıda emperyalizminin her türüyle başetmek işten bile değildir.