Tarımsal politikalar denilince de orta-uzun vadeli plan ve programlar ilk bakılacak yerlerdir. Gerçi bu belgelerin Türkiye’de 3. Plan’dan itibaren fazla bir hükmünün kalmadığı söylenebilir ve haksız da sayılmaz.

Tarımda ektiğini biçersin

Oğuz Oyan

Aslında “Ne ekersen onu biçersin” deyişi tarımı aşan anlamlarda, kişisel veya toplumsal yaşamın tüm alanlarında kullanılır. Ama bu mecaz anlamın çıkış noktası tarımdır, tarımsal üretimdir. Dolayısıyla her şeyden daha fazla tarım için geçerlidir. Bugünlerde tarımsal ürünlerde arz açığı ve fiyat şoklarıyla (et ve şeker fiyatları başta olmak üzere) her zamankinden daha fazla gündemdedir.


Ama burada konuyu tarımsal üretimin teknik anlamına sıkıştıracak değiliz. Konuyu tarımsal politikalar bağlamında tartışacağız. Tarımsal politikalar denilince de orta-uzun vadeli plan ve programlar ilk bakılacak yerlerdir. Gerçi bu belgelerin Türkiye’de 3. Plan’dan itibaren fazla bir hükmünün kalmadığı söylenebilir ve haksız da sayılmaz. Ama gene de 20 yıldır işbaşında olan bir iktidarın tarım politikalarındaki ufkunun nereye kadar gidebildiğini görmek bakımından anlamsız değildir. Sınırlı ufukların/hedeflerin bile gerçekleşme sorunları yaşaması da ayrı bir göstergedir.

Şimdiki zaman diliminde 11. Beş Yıllık kalkınma Planı (2019-2023) içindeyiz. Her yıl yenilenen Orta Vadeli Program’ın sonuncusu da 2022-2024 dönemini kapsamakta. Ayrıca yıllık programlar var. Yürürlüktekinin başlığı şöyle: “2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı” (Kısaca “2022 Yılı Programı”). Konuyu 11. Plan’dan başlatabiliriz elbette. Ama eksik kalacaktır. Konuyu, IMF/DB’nin Türkiye tarımını olabildiğince dışa bağımlı kılmak için getirdiği “Tarımda Reform Uygulama Projesi” ve bunun en uzun süreli uygulayıcısı AKP iktidarı döneminden başlatmak yeterli bir derinlik sayılabilir. Elbette şunu unutmamak kaydıyla: Asıl ilk büyük dönüşümün başlangıcı 24 Ocak 1980 Kararlarına kadar çıkmaktadır.

Aslında 24 Ocak Kararları yalnızca 4. Plan’ı fiilen geçersiz kılmamıştır; ayrıca, izleyen Beş Yıllık Planların da IMF’nin “yakın izleme” çerçevesine girmesini sağlayan kritik bir dönemeç olmuştur. Bu planlar 1961 Anayasası’ndan itibaren hem anayasal bir zorunluluk hem de ülkenin planlı kalkınma gereksiniminin icabı olarak yapılıyor olsalar da, 1982 Anayasası’ndan itibaren artık salt Anayasa’ya usulen uyumun belgelerine dönüşeceklerdir.

Tarımda yetersizlikler

Temel sorunumuz şudur: Türkiye’nin bugünkü nüfusu 1980’e kıyasla ikiye katlanmasına karşın tahıl üretimi adeta yerinde saymaktadır. Bunun çok ciddi bir gıda açığına yol açması beklenirdi ve nitekim bugün gelinen nokta tam olarak da budur. Buna şeker, yağlı tohumlar ve bakliyat gibi diğer bitkisel ürünler ile et, süt gibi hayvansal ürünler eklenirse, stratejik ürünlerin kısa listesi bakımından durumun hiç de parlak olmadığını görülür. Basitleştirmek için buğday rekoltesi ile nüfus istatistiklerini karşılaştıralım ve kişi başına buğday tüketimini esas alalım.

tarimda-ektigini-bicersin-998649-1.



Şu saptamaları yapalım:

Kişi başına buğday üretimi, üretimin dalgalı yapısına rağmen, sürekli bir azalış içindedir. Bunun nedeni, nüfustaki düzenli artışa karşın üretimin 1988 sonrasında yaklaşık 20 milyon ton ortalamasına demir atmış bulunmasıdır.

Dalgalanmalar da önemsiz değildir; o kadar ki, 2021’in düşük rekoltesi, 1984 düzeyine yani 37 yıl öncesine denk gelmektedir. Bunun nedenleri, 2000 sonrasının IMF/DB programları sonucunda buğday üretimine ayrılan alanların daralması ve desteklerin iyice yetersiz kalması; kuraklık artışlarına paralel olarak sulama altyapısının istenen düzeye getirilememesi; böylece verimlilik artışlarının istikrar kazanamamasıdır.

Sonuçta, kişi başına buğday üretimi 1988-1991 ortalamasının yaklaşık yarısına gerilemiş durumdadır. Kaldı ki, 2011 sonrasındaki yoğun sığınmacı göçü bu hesaplara dahil değildir. 2020 ve 2021 için toplam nüfusa kabaca 5’er milyon sığınmacı nüfus eklenirse, kişi başına üretim 2020’de 231 kg., 2021’de ise 197 kg. mertebesinde olacaktır.

Bunların sonucunda, Türkiye hem iç tüketimi hem de un ve makarna cinsinden ihracatını karşılayabilmek için giderek büyüyen bir buğday ithalatı ihtiyacı içindedir. Yıllık ortalama buğday ithalatı 10 milyon tonu aşmış bulunmaktadır. (2019: 9,8 mn. ton; 2020: 10,7 mn. ton; 2021 GT: 11,9 mn. ton).

Buğday, mısır, arpa ithalatı birlikte alındığında, 2021 yılında bu üç tahılın ithalatı 16,9 milyon tonu bulmaktadır. Bunlara, buğday kepeği, mısır küspesi, soya ve soya küspesi, ayçekirdeği tohumu, ayçiçeği küspesi ve ayçiçek yağı eklendiğinde, 2019’da toplam 21,5 milyon ton olan ithalat miktarı 2021’de 27 milyon tonu geçmektedir.

Tarımdaki yetersizlik sadece bitkisel üretimle de sınırlı değildir; hayvancılık da ithalatçı bir sektördür. IMF/DB programının uygulandığı 2000 sonrasında, birkaç yıl istisnasıyla, tarım artık net ithalatçı bir sektördür. Son dört yılın ortalamalarına bakılırsa, tarım ürünleri ihracatının ithalatı karşılama oranı yüzde 65 dolayındadır. (2022 Yılı Programı, s.150). Ancak gıda sanayii (gıda ürünleri ve içecek) de bu toplama eklendiğinde net ihracatçı konumuna gelinebilmektedir.

Gıda ve girdi tekellerinin çıkarlarına uyum

Türkiye’nin tarım başta olmak üzere birçok sektöründe IMF/DM aracılığıyla yapısal dönüşümler gerçekleştirilerek, dışa bağımlılık oranları arttırılmıştır. Tarımda desteklerin budanması 1980’li yıllarda IMF’ce programlanmış, sonra 5 Nisan 1994 Kararlarıyla yeniden gündeme getirilmiş ise de asıl tahripkâr dönüşüm 2000 programıyla başlatılmıştır. 57. Koalisyon Hükümeti döneminde başlatılıp en sadık uygulayıcısının AKP hükümetlerinin olduğu bu programla tarımsal KİT’ler tasfiye edilmiş, tarımsal destekleme önemsizleştirilmiş, tarımın ve özellikle tarımsal istihdamın ağırlığı azaltılmıştır. KİT’lerin özelleştirilmesinin hangi yıkıcı sonuçlara yol açtığı tam olarak görülemiyor veya unutulduysa eğer, son günlerin şeker kıtlığı ve fiyat şokları yeterli bir hatırlatma sayılabilir.

1990’lardan başlayan bir ikna-uyum sürecinde, AB aday adaylığı havucu da kullanılarak -AB’ye aday üye sıfatı bile kazanılmadan- Türkiye yönetici sınıfının (sermaye, siyaset, bürokrasi üçlüsünün) nasıl büyük bir hevesle ülkenin tarım/gıda egemenliğini adım adım feda ettiğinin hikâyesi yazılmıştır. Yedinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Kalkınma Planları (topluca 1996-2013 dönemi) adeta bunun yazılı itirafnameleri gibidir. (Bkz. 7. Plan, s. 57 vd.; 8. Plan, s. 217; 9. Plan, s.31; ve 10. Plan, s.98). 11. Planda da tarıma yönelik politika tedbirlerinin (s. 91 vd.) içi tamamen boştur. Sayılan bu planların özellikle ilk üçünde DTÖ kriterlerine, IMF/DB programlarına, AB uyum sürecine referanslar hiç aksatılmadan verilmektedir. Bu, ulus-ötesi şirketlerin egemenliğine, neoliberal düzenleme rejiminin tamamlayıcı parçası olan “Üçüncü Gıda Rejimi”ne, mali emperyalizmin güdümündeki küreselleşme sürecine sadakatin sürekli teyidi anlamındadır.

Bu bağlamda en önemli ve kalıcı IMF çıpası, tarımsal desteklerin hem nicelik olarak son derece sınırlandırılması hem de nitelik olarak -tarımda fiyat oluşumuna etki etmeyen- alan bazlı ve benzeri destek türlerine kaydırılmasıdır. Nitel sınırlamaya bakılırsa, Doğrudan Gelir Desteği uygulamasının sona erdiği 2008 sonrasında destekleme bütçesinin dağılımına bakmak yeterlidir. Son yılların tablosu 2022 Yılı Programı’nda verilmektedir (s.157): Fiyat oluşumuna etki edebileceği düşünülebilecek “Fark Ödemesi” sisteminin toplam destek ödemeleri içindeki payı beşte bir düzeyine geriletilmiştir.

Nicel sınırlamanın ölçütünü 2006 tarihli Tarım Kanunu koymuştur; tarımsal destekler GSYH’nın yüzde 1’inden az olmayacaktır. Ama bu aslında bir aldatmacadır; çünkü bu düzey “en fazla” olarak düşünülmüştür. Nitekim ortalama binde beş civarında seyrederken son yıllarda binde 3 düzeyine kadar geriletilmiştir. Bunun IMF tarafından da böyle anlaşıldığının somut kanıtı yaşanmıştır: 2009 bütçesi TBMM Genel Kurulu’nda görüşülürken IMF’nin “görünür eli”nin müdahalesiyle destekleme miktarları geriye çekilmişti. Bu iki bakımdan ilginçti: Bir, IMF müdahalesi öncesinde bile destekleme bütçesi GSYH’nın yüzde 1’inin çok altındaydı; iki, Genel Kurul aşamasında bütçeye böyle bir müdahalenin daha öncesinde hiçbir örneği yoktu. Tarım destekleme bütçesinin son dört yıl içinde tarımsal katma değere oranı bakımından değerlendirilmesi daha anlamlı olabilir (bkz. Tablo 2).

tarimda-ektigini-bicersin-998650-1.



2020 ve 2022 Yıllık Programları esas alınarak düzenlenen Tablo 2’ye göre son yıllarda tarımsal katma değerin GSYH’ya oranı yüzde 6’lar düzeyinde seyrederken, 2021’de tarımsal katma değer yüzde 2,2 gerileyip GSYH da yüzde 11 artınca, bu oran yüzde 4,6’ya kadar gerilemiştir. Bununla birlikte bunun şimdilik kalıcı olması beklenmemelidir.

Asıl üzerinde durulması gereken konu, tarıma yönelik destek bütçesinin tarımsal katma değerin yüzde 6,2 ile yüzde 7,0 gibi çok sınırlı bir seviyede kalıyor oluşudur. 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2019-2023)’nın 2023 öngörüsü de bu oranın yüzde 7,2 düzeyine çıkmasından ibarettir (s.97). Bunun ne kadar yetersiz olduğunu anlamak bakımından, tarımsal desteklere çok önem verilen AB’nin kurucu üyelerinde tarımsal desteklerin tarımsal katma değerin yaklaşık yarısı boyutunda olduğunu vurgulamak yeterli olur. Türkiye açısından bizim uzun süredir dillendirdiğimiz öneri ise tarımsal destek/tarımsal katma değer oranının en az 1/3 düzeyinde olmasıdır. Bu, mevcut destek bütçesinin en azından 5 katına çıkarılması anlamına gelmektedir.

Gıda güvenliğinden gıda egemenliğine

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2019-2023 Stratejik Planı, misyonunu hâlâ şöyle tanımlamaktadır: “Ülkemizdeki ekolojik kaynakların kalkınma modeli perspektifiyle etkin, verimli ve sürdürülebilir bir şekilde harekete geçirilip ekolojik, bitkisel ve hayvansal katma değer vasıtasıyla ekonomik güvenliği, gıda arz güvenliğini ve insan sağlığını güvence altına almak”. Bakanlığın sözlüğünde “gıda egemenliği” kavramı yoktur ve zaten olması da beklenemez. Olmadığı içindir ki, giden Tarım Bakanı “Türkiye’de para var ki ithalat yapılabiliyor” kör cehaletinin arkasına sığınabilmişti. Pandemi krizinde gıda ürünlerine konulan ihracat yasaklarına rağmen bunu söyleyebilmişti. Ukrayna savaşında bakanlık koltuğunda hâlâ oturuyor olsaydı artık gerçeği görebilir miydi? Pek sanmıyoruz; çünkü bunlar büyük gıda şirketlerinin mantığının dışında düşünemezler.

Gıda güvenliğini, sağlıklı gıda üretimi, taşınması, işlenmesi, ambalajlanması ve saklanması koşullarını içeren gıda kodeksleri ve yönetmelikleri kapsamında dar teknik anlamda da tanımlamak mümkün. Ama iktisatçı bakışıyla bunun dışında iki anlamda kullanılıyor: (Bundan sonrasında eski bir yazımızdan da yararlanıyoruz: “Tarıma saldırı ve gıda güvenliği”, Sol Gazete, 10 Ağustos 2013). Birincisi, gıda güvenliği dünyanın veya verili bir ülkenin belirli bir zaman dilimi içinde nüfus için erişilebilir fiyatlarda yeterli gıdayı sağlayabilme kapasitesi olarak anlaşılabilir. Bu, bir ülke açısından, yeterli gıdayı üretebilme değil satın alabilme kapasitesi anlamında kullanılıyor yani ithalatı da içeren bir arz yeterliliğine vurgu yapıyor. Bir açıdan da eski bakanın şirket mantığıyla çakılıp kaldığı yeri gösteriyor.

Biz burada Prof. Tayfun Özkaya’nın tanımına uyarak, “gıda güvenliği”ni güçlülerin kavramı olarak görüp “gıda egemenliği” kavramını benimsiyoruz: “Gıda egemenliği, halkların ve toplulukların kendi biricik çevrelerine ekolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan uygun olacak şekilde, kendi tarım, işgücü, balıkçılık, gıda ve arazi politikalarını belirleyebilmeleridir”. Her durumda, gerçek bir gıda güvenliği veya egemenliği için kapitalist sistemin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası ve ulusal düzlemlerde kamusal müdahalelerin yapılması gerekir. Bu, ülke veya ülkeler bloğu düzeylerinde kapitalizme ve onun uzantısı mali emperyalizme ve dev gıda-girdi tekellerine sınır konulması anlamına gelir. Başarabilmek için de güçlü bir kitle desteği temelinde sol bir bakışa ve programa sahip olunmasını gerektirir.