Çiftçilerin üretim süreçlerindeki kontrolü azalırken sağlıklı ve güvenilir gıdaya ulaşım sorunu tüm toplum kesimlerinin yaşadığı bir sorun haline geldi.

Tarımın ve çiftçilerin durumu

Necdet Oral

Emperyalist metropollerin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası, 1980’li yıllara kadar hâkim sınıfların kırsal alandaki kontrolünü artırmak ve ortaya çıkabilecek muhalefeti düzenin sınırları içerisindeki kanallara yönlendirmek amacıyla küçük üreticiliği destekleyen politikalar oluşturdular. 1980 sonrasında dünya çapında ortaya çıkan gelişmeler ve özellikle sosyalist sistemin dağılması sonucu kendileri için uygun bir ortam oluştuğunu düşünen emperyalizm, bu politikalarını terk ederek, köylülüğün mülksüzleştirilmesi ve kırsal nüfusun azaltılmasını hedefleyen politikalara döndü. Bu politika çerçevesinde doğrudan her yerde ve her türlü küçük üretimin desteklenmesi yerine endüstriyel tarıma uygun, ihraç edilebilir ürünler desteklendi ve yaygınlaştırıldı.

Sermaye-tarım ilişkisi yoğunlaştırılıyor

Türkiye’de 1980’li yıllarda uygulanan IMF-Dünya Bankası patentli programlarla kamunun destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonlarından oluşan rolü küçültüldü. Devlet-tarım ilişkisinin yerini sermaye-tarım ilişkisi almaya başladı. Kamu, çiftçilere girdi sağlama ve ürün ticaretini düzenleme alanlarından çekildi, kooperatiflerin devletle olan organik ilişkileri kopartıldı. Kamunun terk ettiği düzenleyici rol “sözleşmeli üreticilik” modeli ile sermaye tarafından dolduruldu. Bu politikalar sonucunda aile çiftçiliğinin çözülme süreci hızlandı, küçük ölçekli çiftçiler üretimden çekilirken, yerini büyük işletmeler ve özellikle hayvancılıkta şirketlere dayalı bir yapı almaya başladı.

IMF ve Dünya Bankası tarıma el koydu

2000’li yılların en kapsamlı yapısal dönüştürme programı tarımda uygulandı. Dünya Bankası’nın hazırladığı sözde reform projesi tarımda fiyat, girdi ve kredi desteklerinin kaldırılarak, üretimle bağlantısı olmayan doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesini, tarım satış kooperatiflerinin işlevsizleştirilmesini, bazı ürünlerde kota uygulamasını ve/veya üretim alanlarının daraltılmasını içeriyordu. Projenin uygulamadaki etkileri tarımda hızlı çözülme, mülksüzleşme, işçileşme, kırdan kente göç, dağıtım-pazarlama etkinliklerinin yerli ve yabancı şirketlere devri gibi sonuçlara yol açtı.

Kesintisiz uygulanan neoliberal politikalar

Tarımdaki bölüşüm ilişkilerini sermaye lehine biçimlendirmeyi amaçlayan politikalar 2000 yılı sonrası tüm hükümetler tarafından sadakatle uygulandı, çiftçilerin kaderi büyük ölçüde piyasa güçlerine teslim edildi. Aile çiftçiliğinin, büyük ölçekli işletmeler ve şirket tarımıyla ikame edilerek bitirilmesini amaçlayan politikalar izlendi. Tarımı piyasalaştırma ve kırı tasfiye süreci hız kazandı. Özelleştirilen tarımsal KİT’lerin boşalttığı alanlar yerli ve yabancı tekeller tarafından dolduruldu. Özelleştirmeler hem üretici hem de tüketici yığınlar aleyhine sonuçlar üretti. Çiftçi ürününü maliyetine bile satamazken, tüketiciler gıda için daha yüksek bedeller ödemek zorunda kaldılar. Öte yandan 2000 yılında çıkarılan 4572 sayılı Kanun’la kooperatiflere kamudan mali destek sağlanmayacağına dair hüküm getirilerek tarım satış kooperatifleri birliklerinin tasfiye süreci hızlandırıldı. Taskobirlik ve Kayısıbirlik tasfiye edildi, Fiskobirlik ürün alamaz hale getirildi. Birçok birlik sanayi tesislerini kapattı, taşınmazlarını sattı, çalışanlarını işten çıkardı, ortaklarından ürün alımları önemsenmeyecek seviyelere düştü.

Desteklenmeyen çiftçi tarımdan kopuyor

2006 yılında yürürlüğe giren Tarım Kanunu’na göre, milli gelirin en az yüzde 1’inin tarımsal desteklemeye ayrılması gerekirken, bu rakam yüzde 0.4-0.6 civarında gerçekleşti. Kanun gereğince 2007-2021 yılları arasında tarıma 394 milyar lira destekleme yapılması gerekiyordu, ancak bu miktar 160 milyar lirada kaldı. Çiftçiler destekleme ödemelerinden dolayı devletten 234 milyar lira alacaklı durumda.

2000 sonrası küçük üreticilerin yoksullaştığı, mülksüzleştiği, işçileştiği yıllar oldu. Ürün/girdi fiyatları paritesi üretici aleyhine seyretti, çiftçiler reel gelir kaybına uğradılar. Ürünlerinden para kazanamayan küçük işletmeler için tarım, geçimlerini sağlayacak bir ekonomik faaliyet olmaktan çıktı. Yoksullaşan çiftçiler tarımdan koptular, tarlalar, meralar boş kaldı. Kayıtlı çiftçi sayısı yüzde 20 oranında düştü, tarımın istihdamdaki payı yüzde 35’ten yüzde 17’ye geriledi, tarım alanları 3 milyon hektar azaldı.

Kendi toprağında kölelik

Tarımda “sözleşmeli çiftçilik” devlet eliyle yaygınlaştırıldı. Sözleşmeli tarımda üretimini sürdürebilmek için şirketlerle sözleşme imzalayan çiftçinin toprağa ve üretim araçlarına sahip olmasının bir anlamı kalmıyor. Çünkü tarlasına hangi tohumu ekeceği, hangi gübreyi, hangi pestisiti ne zaman, nasıl ve ne kadar kullanacağına şirketler karar veriyor. Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem’in belirttiği şekilde; binlerce yıldır sahip oldukları geleneksel bilgileri değersizleştirilen, tohumu elinden alınan ve emeği üzerindeki kontrolünü yitiren çiftçiler böylelikle ürünlerine de yabancılaşıyorlar. Bu durumda ortaya çıkan yeni çiftçi tipi kendi toprağında marabalaşan/işçileşen çiftçidir. Kırda, tarımda tutunamayanlar ise ya mevsimlik tarım işçiliğine yöneliyor veya kentlerin varoşlarına göçerek işsizliğe, marjinal işlere, sosyal yardımlara mahkûm oluyorlar. Kentlere gelen, ancak iş ve aş bulamayan yoksul kitlelerin kontrolü daha kolay hale geliyor.

Türkiye gıda güvencesini yitirdi

II. Paylaşım Savaşı sonrası tarım gibi düşük katma değerli sektörler azgelişmiş ülkelere bırakılmıştı. Ancak 3. Gıda Rejimi’nin getirdiği uluslararası işbölümünde metropol ülkeler temel tarım ürünlerinde ihracatçı, azgelişmişler ise ithalatçı konuma geldiler. Bu rejimde metropol ülkeler buğday, mısır, soya gibi sermaye yoğun ürünlerde, azgelişmişler ise meyve-sebze gibi emek yoğun ürünlerde uzmanlaştılar. Küresel gıda fiyatlarının artmasıyla çokuluslu tarım/gıda şirketlerinin kârları katlanırken, gıda ithalatçısı ülkelerin yoksul halkları daha da yoksullaşarak açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar.

Tarımda kendine yeterlilik bakımından avantajlı olan bir konumda olan Türkiye, 2000’li yıllarda IMF/Dünya direktifleri doğrultusunda sürdürülen dönüştürme süreciyle 3. Gıda Rejimi’ne dahil olarak uluslararası gıda işbölümüne eklemlendi. Uygulanan politikalarla tarım ürünleri dış ticaretinde net ithalatçı konuma geriledi, gıda güvencesi ve gıda güvenliği konusunda önemli gerilemeler yaşadı. Son 20 yıldır mısır, pirinç, ayçiçeği ile bazı meyve-sebzeler dışındaki bütün ürünlerde üretim ya düştü ve/veya kendini tekrarladı. Üretmek ithal etmekten daha pahalı hale getirildi, böylelikle Türkiye tarımda net ithalatçı konuma geldi. 1980’li yıllar öncesinin tarımda kendine yeten ülkesi artık hububatta bile dışa bağımlı ve ürettiğinin yarısı kadar hububat ithal etmek zorunda.

Çiftçilerin üretim süreçlerindeki kontrolü azalırken, sağlıklı ve güvenilir gıdaya ulaşım sorunu tüm toplum kesimlerinin yaşadığı bir sorun haline geldi. Bu sürecin kamucu bir şekilde yeniden düzenlenmesi için gıda sistemine radikal bir bakışla yaklaşmak gerekir. Gıda egemenliği çiftçilerin, tarım işçilerinin, tüketicilerin, gıda sisteminde hâkim olduğu bir model olarak, kamucu işlevi yerine getirecek tek seçenek olarak karşımızdadır. Dolayısıyla, gıda egemenliğini hayata geçirmek, gıda hakkı temelinde üretenlerin ve gıdayı tüketenlerin söz ve karar sahibi olduğu bir gıda sistemini inşa etmek, bu alandaki mücadelenin temel amacı olmalıdır.