Tarkovski’yi dinliyorum, gözlerim açık!

İnsanlar niçin sinemaya gider? İnsanları karanlık bir odaya götüren nedir? Orada iki saat boyunca bir perde üzerindeki gölgelerin oyununu seyrediyorlar. Eğlenmenin mi peşindeler? Bir tür teskin olma ihtiyacı mı? Dünyanın her tarafında gerçekten de Eğlenci şirketleri var ve bu organizasyonlar sinemayı, televizyonu ve pek çok diğer türdeki seyirlik ürünleri kötüye kullanıyorlar, sinemayı istismar ediyorlar. Bizim başlangıç noktamız, bununla birlikte, orası olamaz, aksine Sinemanın özünde olan ilkelere yönelmelidir, bu sinemanın ilkeleri dünyayı bilmek ve ona egemen olmaya dair insanın ihtiyacı ile özel bir alana yönelmek zorundadır. Bence normal oarak bir insanın sinemaya gitme nedeni Zamandır: çünkü ya kaybedilen zamandır ya da harcanan zamandır ya da henüz sahip olunmayan zamandır. İnsan oraya gider, çünkü yaşayan hakiki deneyime ihtiyaç duyar; çünkü sinema, bütün diğer sanatlardan farklıdır, bir insanın deneyimini genişletir, güçlendirir ve yoğunlaştırır –ve yalnızca güçlendirip iyileştirmez, ayrıca onu daha da uzun zamana yayar, çok önemli derecede deneyimi genişletir. Bu sinemanın gücüdür: ‘Yıldızlar’, hikâyenin akış çizgisi ve eğlence… Bunların sinemaya verebileceği hiçbir şey yoktur.

Giderek her zamankinden daha tutarlı biçimde insanlara sinemanın sanatın bir aracı olarak kendi yapabilirlikleri olan ve yapabilecekleri, özellikle de şiire eşit bir sanat dalı olduğuna inandırmaya çalışıyorum. Sinemanın nasıl yaşamı gözlemleyebildiğini göstermek istiyorum, araya girmeksizin, açık bir şekilde ya da gizlice (işgalci biçimde), kendine ait sürekliliği ile. İşte tam da burası benim sinemanın şiirsel özünü gördüğüm yerdir.

Duygulanmayı, hisleri şiirsel biçimde birbiriyle bağlantılandırma yoluyla insan yükselir ve izleyiciler daha da aktif hale gelirler. Yaşamı keşfetme süreci içinde bir katılımcı haline gelir, yazarın koyduğu kaçınılmaz sınırlar ile ya da olay örgüsünden yapılan bitmiş-hazır-ürün çıkarımlar ile bunlar desteklenemez. Yazarın önünde temsil edilen karmaşık fenomenlerin daha derin anlamına nüfuz etmeye yardımcı olanlar yalnızca onun kullanıldıktan sonra atılacak ürünleridir. Düşüncenin karmaşık yapısı ve dünyanın şiirsel ufukları, görünümleri açıkça patenti onda olacak şekilde çerçevenin içine zorla sokulmak zorunda değildir. Genel mantık, düz doğrusal bir sekanslar sistemi ile anlatmak bir geometri teoreminin ispatı gibi huzursuz ve rahat olmayan bir şeydir. Bir geometri teoreminin ispat biçimi (tek çizgili, doğrusal anlatı yöntemi sinemada) bir yöntem olarak sanatsal açıdan çağrışımlarla bağlantı kurmanın ya da ilişkilendirmenin açtığı olanaklara göre çok daha üretkendir, çağrışımlarla bağlantılar kurmak onun daha etkileyici olmasını, aynı zamanda daha da akıl yoluyla olumlanmasını olanaklı kılmaktadır. Ve şu ne kadar yanlıştır, sinema ikinci tarzdan şimdiye kadar ne kadar az yararlanmıştır, oysaki o bize çok daha fazlasını sunabilirdi. Onun içsel bir gücü vardır, imgenin içinde yoğunlaşmıştır ve hissetme biçiminde izleyicilerle karşı karşıya gelmiştir, yazarın anlatısal mantığına doğrudan bir tepki olarak gerilimi harekete geçirir.

Bir yönetmen herhangi bir diğer sanatçıya benzer: bir ressam, bir şair, bir müzisyen. Ve onun kendi özüne katkıda bulunması için, sanatçıdan (yönetmenden) beklendiği için, yönetmenlerin onlara kadermiş gibi verilen özel bir konum olarak yönetmenlerin kendi işlerini düşünmeleri gariptir, ve en yalın haliyle bunlar kendi mesleklerini istismar eder, kötüye kullanır, sömürürler. Bu şu anlama gelir, belirli bir şekilde yaşarlar, ama bir başka şekilde filmler yaparlar. Ve yönetmenlere, özellikle de genç yönetmenlere şunları söylemek istiyorum, kendi filmlerini yaparken kendi yaptıklarından ahlaki olarak sorumlu olduklarını bilmelidirler. Bunu anlıyor musunuz? Bu hepsinden daha önemlidir. İkinci olarak, sinemanın çok güç ve ciddi bir sanat olduğunu düşüncesi için hazırlanmaları gerekiyor. Kendinizi ona adamanızı gerektiriyor. Ona ait olmalısınız, sinema size ait olamaz. Sinema sizin yaşamınızı kullanır, bunun tersi doğru değildir. Bundan dolayı, sanıyorum en önemlisi budur: Kendinizi sanata adamalısınız.

Her bir bireyin nefsinde sonsuz olan ve özünde insani olan ne varsa onun üzerine düşünceler ve yansımalar üretmeyi görevim olarak görmekteyim, ve çok sık olarak insan bunun yanından geçip gider, hatta onun kaderi kendi ellerinde olsa bile. İdollerin önünde diz çökmek ve hayaletlerin ardında kendi yanılsamalarının peşinde koşmakla çok meşguldür. Sonunda her şey basit bir bileşene indirgenebilir, bu basit bileşen kendi varoluşunu üzerine kurabileceği, ona güvenebileceği bir kişidir: sevebilme yeteneği ve kapasitesi. Bu bileşen (sevebilme kapasitesi) bir insanın yaşamının anlamını belirleyen en üst faktör olacak nefsin içinde büyüyebilir. Benim işlevim aşık olmaya ihtiyaç duyan ve kendi aşkını başkasına verebilen insanların farkında olmasını filmlerim aracılığı sağlamaktır, güzelliğin onu davet ettiğinin farkına varmasını sağlamaktır.

Kendi konusunu “arayan” bir sanatçı hakkında konuşmak büyük hatadır. Hakikatte, konu bir yemiş gibi onun içinde büyür ve ifade edilmeyi istemeye başlar. Bu bir çocuğun doğumuna benzer. Şairin bundan gurur duyacağı hiçbir şey yoktur: o varolan durumun bir ustası efendisi değildir, aksine onun bir hizmetçisidir. Yaratıcı eser (çalışma) onun yalnızca varoluşunun mümkün bir formuna karşılık gelir, ve onun her eseri yapmadan duramayacağı, bu gücün kendisinde olmadığı bir amel gibidir. Onun için böylesi amellerin, yani sekansın vadesi gelmiştir ve olgundur, bu şeylerin tam da doğasının içinde yatar, fikrine inanmak zorundadır; Çünkü yalnızca iman imgelerin sistemini içinden birbirine bağlar (çünkü o imgeleri okur: Yaşamının içinde bulunduğu sistemi okur).