İstanbul adlı şehrin kütüğüne dahil, havasından pay hak eden bir çok yurttaşı, dünden razı halde Tarlabaşı’nın dönüştürülüşüne. Pek doğal ki Tarlabaşı’nın onca yıllık karanlık imajının büyük etkisi var bu rıza alınmış hale. Bir de üzerine yarışma ödülleri varken 360 tasarımının tadı bir başka güzel sunuluyor zihinlerimize

Tarlabaşı: Kaybolanlar için ilk  kaybedenler için son durak

> UMUT YİĞİT umutyigit@gmail.com

Tarlabaşı; muadiline rastlanması imkansız bir şehrin öteki semti. Kentleşme gereksinimi uğruna dönüşüme uğraması hak görülen, politik eylemin şah damarı konumunda olan bir meydanda müdahaleye uğrayan protestocunun saklanıp soluklanabileceği en makul alanlardandır. Evet Tarlabaşı ismen bilinir, içeriğinden çekinilir.

Eğlence biçimimizin dahi başkası tarafından tasarlanıp önümüze konulduğu bu zamanlarda Taksim yılın istisnasız her akşamı eğlence seanslarımıza ev sahipliği yaparken, baskın bir şekilde demokrasi ve hak taleplerimizin buluşma noktası olma işlevini de yitiriyor gibi… Boğaz’ın Beşiktaş ucundan yokuş yukarı adımlarla zirve tadındaki meydana ulaşırken, aristokrasiden demokrasiye bir yol alırcasına yürür insan. Bir diğer ucu Haliç’e bağlanıverir ki bu yolun başı da Tarlabaşı’ndan başlar. Harbiyesi’nden, Sıraselvileri’nden, Cihangiri’nden geleni bilmem ama, Haliç’ten Taksim’e doğru ulaşımı rutinleştirmiş olanlar genel olarak Tarlabaşı’nı kapatılmış ve ürkütücü havasıyla bilirler.

Yeni olabilmek eskinin yıkımına muhtaçtır, ölümsüzlük ise simgelerin inşasına. Simgelerinden tutun da mimarisine kadar yeni bir ülke tasarımı içinde gelişigüzel yapılanmış bir labirenti andıran bu semt aynı zamanda taşı toprağı altından bir şehrin tüm ötekilerinin potansiyel yaşam alanıdır. Taksim’den Cihangir’e kadar eğlence tüketimine adanmış modern insanlara eğlence anlarında hizmet eden iş gücünün büyük bir kısmı da bu semtin sakinlerinden gelir.

Yeni Tarlabaşı, ismini verdiği bulvarda bulunan otobüs durağında beklerken, inşaat iskelesinden hallice koca bir demir yığını maskesi altında, sırtımızı yasladığımız koruyucu bir duvar gibi anlık güvende olma hissiyatı yaşatmaktadır birkaç zamandır. Tarlabaşının Beyoğlu’na dönük yüzüne genel olarak merdivenlerden inerek girilir, zaten herhangi bir araçla girişi bir çok İstanbullu için zahmete ve riskine değmeyecek kadar aklın dışındadır.

Eski Türkiye’nin gelişigüzel biçimde yapılanmış Tarlabaşısı modern estetikten yoksun çizgileriyle simetrimizi bozmaktaydı uzun vakitlerdir. Zaten labirentten hallice yokuş aşağı, dikine biçimlenmiş bu semt hak talepkarına ve ötekiye hizmetten başka bir işe yaramazdı. İstanbul adlı şehrin kütüğüne dahil, havasından pay hak eden bir çok yurttaşı, dünden razı halde Tarlabaşı’nın dönüştürülüşüne. Pek doğal ki Tarlabaşı’nın onca yıllık karanlık imajının büyük etkisi var bu rıza alınmış hale. Bir de üzerine yarışma ödülleri varken 360 tasarımının tadı bir başka güzel sunuluyor zihinlerimize.

İçinde yeraltı karanlığı barındırırcasına ürkütüyor Tarlabaşı köşebaşlarından hızla geçenleri, sokaklarına hiç uğramayanları. Muhtemelen Tarlabaşı yepyeni bir tasarımla ve içinde barındıracağı yepyeni, modern sakinleri ile daha güvenli ve düzenli görülecek, fakat bugün bile halen buram buram gerçek kokan Tarlabaşı havası alabilmek o andan sonra mümkün olmayacak. Tarlabaşındaki sıradan insanın şahsi ya da kolektif tarihine de, ruhuna da ihtiyacımız yok değil. Bir sokak boyu bambaşka renkler ile boyanmış, muhtemelen sahibi yerleşeceğinden zamanın olanaklar dahilinde en iyi malzemesi ile özenle inşa edilmiş evlerin içindeki hayatlar, pencereden pencereye çamaşır ipleriyle bağlanır ve paylaşılır Tarlabaşında. O çamaşır ipi üzerinden karşı penceredeki evin insanı ile tanışılır. Kalıcıysa komşu olunur, yolcuysa arkadaş. Hiç olmadı iki muhabbet edilir, başka bir ses daha işitir patırtıya aşina kulaklar. İletişim kurulur yani bu çamaşır ipleri üzerinden. Semtin insanları çekinmez mahremini camdan cama asmaya, ne giydiğini sergilemek değildir çünkü amacı. Onların başkası üzerinden kendisini var etmekten önce nefes almak, su içmek yahut karnını doyurabilmek gibi ihtiyaçlar vardır ki bunlar çok daha önceldir.

Elitize edilmiş hayatlarımıza vaatkar bir biçimde sunulan, modern ve kurumsal toplu konut sitelerimizde, balkona çamaşır asmak kurallar dizisi ile yasaklanır - hatta sırf kuralları yazmak için insanlar işe alınır-, site sakinleri kurutma makinesi almış olmanın keyfine varır. Fakat kendimizi kapatmak, mahrem alanımızı genişletmek, kamusal bir varlık oluşumuzu göz ardı etmek üzere kurgulanmış bu yapıları hayatımıza kabul ederken duvarlarımızı daha fazla örüyor, insan oluşumuzun özüne sırtımızı çeviriyor olabiliriz.

Tarlabaşı bu haliyle güzeldir böyle kalsın önermesini vermek değildir amacım. Tarlabaşı’nda 17 milyonluk bir şehrin yersizyurtsuzları yaşıyor. Yersizyurtsuz olanlar bu semtte hayatlarını sürdürürken ortalama bir insanın maddi ihtiyaçlarından bir çoğunu hayal etmiyor. Üstelik hayatlarını sürdürürken modern dünyanın mumla aradığı samimiyeti lütufsuz eyleme geçiriyor –küfür ederken dahi-, kendi gerçekliğini inşaa etme derdi olmadan nefes alıyor.

Bugün Tarlabaşı otobüs durağına sırtınızı verdiğinizde demirden şantiye çitleriyle, Taksim tarafından karşınıza alıp baktığınızda modern estetikle yapılandırılmış muhteşemliğine şüphe bırakmayan bir yaşama dair vaatlerle karşılaşırsınız. Bugün görülen o ki bugünün Tarlabaşısı yokmuş gibi davranılıyor, tıpkı çürümeye terkedilmiş AKM gibi. Fakat Tarlabaşı’nda halen sürdürülen hayatlar var. Evet yıkıldıkça ya da çürüdükçe gözlerimizdeki yansıması bir daha oluşmayabilir ama kitaplarda, filmlerde yahut gazetelerde ölümsüzlüğünü çoktan ilan etti bu misafirperver semt . Böylesine ihtiyar bir dünyada nefes alan varlıkların, yaşamlarına kazandırdıkları itibar betonlaşma ile mümkün olamaz. Beton çatlar, yıkılır yahut çürür, parçaları kalır ama ölümsüz değildir. Fakat alınan her nefesin hizmet ettiği zihinsel eylem dahi ölümsüzlüğe açılan kapıyı bir tık daha aralayabilir.