Vay be, zaman ne çabuk geçiyor! Tam bin beş yüz yıl olmuş…

Yarın yine 28 Şubat, yani tarihsel 28 Şubat post modern darbesinin 1500. yıldönümü.

Yanlış okumadınız, evet bin beş yüzüncü yıldönümü. Şöyle diyeyim:
Çünkü 28 Şubatçılar, bu sürecin bin yıl süreceğine inanıyorlardı. 28 Şubat 1997’de post modern bir darbeyle başlayan bu süreç, 27 Nisan 2007’de verilen e-muhtıradan bir gün sonra 28 Nisan 2007’de noktalandı. Demek ki, darbe takvimine göre bin yıl, gregoryen miladi takvimde on yıla denk düşüyordu. Öyleyse hesap açık. Her yıl, yüz yıla denk düşüyorsa, 2012 yılındaki yıl dönümü de on beş yıl eşittir bin beş yüz yıldır.

Konuya getirdiğim bu açıklıktan sonra ilavem şudur ki; 28 Şubat yıldönümlerinde söz sırası artık kinine sahip çıkan kindar ve dindar nesillerdedir. Kutlu olsun.

Nitekim cumhurbaşkanı da Sarıkamış kış tatbikatında asker üniforması giymiş, postalları ayağına çekmiştir. Çifte standartlı bir adalet yurdun dört köşesinde hüküm sürmektedir. Kürt meselesinde koster yedi aydır bozuktur. Ama seçimlerden önce ihtiyaç duyulduğunda bozuk koster yerine özel koster tahsis edilebildiği kesinlikle unutulmamalıdır. Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü Şamil Tayyar ile Nazlı Ilıcak arasında en nezih üslubuyla tam gaz sürmektedir. Nuray Mert kendi haline bakıp şükretmelidir. Tıp çok gelişmiştir. BirGün başyazarı Lütfü D. Tılıç bile artık yazılarını BlackBerry telefonuyla iletebilmektedir. Münafıklığa lüzum yoktur. Özgürlük kimileri için kısıtlanmış ama teknoloji herkes için ilerlemiştir. İleri demokrasi, budur işte; bin beş yüz yıl öncesinden ileriye gitmektir.

İyi de “yarın 28 Şubat” deyince münafıkların aklına darbeden başka bir şeyler de gelecek elbet...
Özetle: 28 Şubat süreci aynı zamanda Özalizm’in (neo-liberalizmin) küresel güçler adına restorasyonuydu. 28 Şubat darbesine ve sonrasına ABD ve AB hiç itiraz etmemişti. Niye ki?
İşte bu sorudan dolayı, arkaik Milli Görüş karşısında “yenilikçi” Milli Görüşçüler bu tepkisizlikten ders çıkardılar ve Özalizm’in kesintisiz devamcıları olmaya soyundular. Zaten Özal’ı destekleyen kadrolar ile Erdoğan’ı destekleyen kadrolar da aynı. (Ilıcak, Çandar ve Altan’lar. Bir de solculuk ile solucanlığı karıştıranlar.)
Ve bu arada, Cemaat ve Gülen de başlangıçta 28 Şubat’a itiraz etmediler (rakip gördükleri Erbakan’a vurulan darbeler kendi hanelerine yazılır sandılar), buna rağmen 28 Şubatçıların gazabından kurtulamadılar. Kısacası 28 Şubat Özalizm sürecinde de bir sıçrama yarattı ve Erdoğan’ın bu şekilde yolunu açtı.

Üstelik Erdoğan, Özal’ın içinde ukde olarak ne kalmışsa hepsini gerçekleştirmeye koyuldu: sadece tek adamlık, başkanlık rejimi filan değil, Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak ABD yanında at koşturması, neo-liberalizmin doludizgin hüküm sürmesi ve bütün bunları yine Özal çığırtkanlığıyla “devrim” diye yutturması…

Hem de “polislerin öncülük yaptığı” bir “devrim” olarak! Biliyorum inanmadınız ama yalanım varsa iki gözüm önüme aksın, Taraf gazetesinde Yıldıray Oğur aynen böyle yazdı:

“Son beş yılda yaşadıklarımız aslında yavaşlatılmış ve kansız bir Tahrir Devrimi’ydi. Tek fark yavaşlık ve sessizlikti. Ve her şeyin meşruiyet sınırları içinde cereyan etmesi. Bu sessiz devrimin Robespierreleri, Dantonları, Aurora Zırhlısı ise şüphesiz savcılar ve polislerdi. Sessiz devrimin mahkemeleri de Özel Yetkili Mahkemeler.”

“Devrimci Ordu” lakırdısının yerini “Devrimci Polis”in alması bir yana... Yazara göre şimdi de bu devrim kendi evlatlarını yiyordu, yani devrimci polisin ve devrim mahkemeleri olan ÖYM’lerin üzerine gidiyordu…

Yani? Cemaat güçleri ya tasfiye edilecekler ya tesviye edilecekler...

Zaman gazetesi Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da tasfiye riskine karşı tesviye seçeneğine sarıldı; “Cemaat değil camia” başlığıyla kaleme aldığı yazıda kendilerine “cemaat” denilmesinin “büyük haksızlık” olduğunu iddia etti: “Gönüllüler hareketi, dar bir kitle ya da dışa kapalı bir zümre değildir. Toplumun [cemiyetin] ta kendisidir.”
 
Dumanlı’nın, Cemaatin tasfiyesine karşılık “Camia” olarak tesviyesi (düzeltilmesi) çabası bir yana; bu “şeye” ister Camia ve ister Cemiyet deyin.... Ne derseniz deyin... Ama bu bir örgüt!

Hem de şeffaf olmayan bir örgüt... Şeffaf olmayan ise gizlidir. Öyleyse, gizli bir örgüt!

Nasıl olsa, Hrant Dink cinayeti davasında “örgüt olsa görürdük” diyen hâkimlerin ülkesindeyiz, bu örgüt de işte bu yüzden görülmüyordur...

Son olarak, AKP-Cemaat kavgasında Ahmet Altan işin içinden çıkamayınca “her şey cacık oldu” diye kestirip attı, ama yoğurt hangisidir, hıyar hangisidir belirtmedi.

Ya bu cacık içilecek ya da iki taraftan biri (kelimenin iki anlamıyla da) yenilecek...

Nitekim Asteriks’teki Romalı general şöyle diyordu:
Vae victis! Yazık yenilmişe!