Yazar Cem S. Türkdönmez, taşrada yaşananları gazete haberleriyle, kendi gözlemleriyle izlediğini söylüyor. Ona göre taşrada yaşananlar devamlı surette öykü olacak sürprizlere gebe

Taşra her zaman sürprizlere gebe

Burak Çapan

İlk kitabı Mürekkebi Ben Dökmedim ile tanıştığım yazar Cem S. Türkdönmez’in ikinci kitabı Pasifik Sığınağı Hayal Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Öyküleri var etme serüvenini ve öykücülüğün kendisinde yarattığı etkileri merak ettiğim yazar Türkdönmez ile Pasifik Sığınağı üzerine söyleştik.

Pasifik Sığınağı sekiz öyküden oluyor. Kimi öykülerde taşranın sessizliği kimi öykülerde de kentin uğultusu var. Bu iki coğrafyayla olan tanışıklığınız nereden geliyor ve kendinizi hangisine daha yakın hissediyorsunuz?

Mekân, öykülerimde benim için büyük bir önem taşıyor. Tıpkı bir tiyatro oyununda ya da bir sinema filminde olduğu gibi öykülerin de mekânı var. Okurun zihninde ya da gözlerinin önünde öykünün geçtiği mekânı bir nebze de olsa canlandırabiliyorsam ne mutlu bana. Taşra ya da kent aslında arka plandaki mekânlar ve fonlar. Taşra sessiz, sıkıcı, tekdüze bunaltıcı olabildiği kadar içinde sürprizler de barındırıyor. Öte yandan kent taşranın tam aksine hareketli, canlı, cıvıl cıvıl görünse de tekinsiz ve içinde yaşayan birey yalnız. Kendini kentli diye tanımlayan bizim kuşaktan çoğu kişi ucundan kıyısından da olsa taşraya şöyle bir dokunmuş geçmiştir. Yeni kuşaklar bu açıdan biraz daha şanssız diyebilirim. Kent yaşamının içinde taşranın sürprizlerine tanıklık yapamadan yaşıyorlar. Annem ve babamın eğitimci olması nedeniyle Anadolu’nun birçok şehrini, kasabasını görme fırsatım oldu çocukluğum ve ilk gençliğimde. Sonrasında iş yaşamı her ne kadar beni taşradan uzaklaştırdıysa da hala taşrayı gözlemlemeye, haber almaya devam ediyorum. O kadar çok öykü var ki yazılmayı bekleyen. Geçenlerde küçük bir kasabada 1980’lerde çıkan bir yerel gazete geçti elime. Yalnızca beş adet basılmış ve yayın hayatı sona ermiş. Gazete, kasabada yapılan belediye seçimlerinden sonra meydana gelen bir kavgayı, kavga sonrası ortaya çıkan bir trajediyi haber verdikten sonra, ulusal önemdeki bir maç yayını esnasında elektriklerin kesilmesi nedeniyle kasaba gençlerinin elektrik kurumu önünde yaptıkları protestoları ve bu sırada kaymakamın olayları yatıştırmak için gençlere hitaben yaptığı teskin edici konuşmayı ve hemen sonrasında ilçede meydana gelen biraz da komik olayları uzun uzadıya haber yapmış. Aslına bakarsanız bu anlattığım her haberden bir öykü çıkabilir. O açıdan benim için taşra her zaman sürprizlere gebe. Taşraya ilişkin bu tip okumaları, geçmişte çeşitli ilçelerde kasabalarda çıkan gazeteleri, sadece sahaflardan alabileceğiniz ve bu tip olaylara dayalı araştırmaları okumaya ve taşranın sosyolojisini takip etmeye devam ediyorum. Kent ise sizin de belirttiğiniz üzere benim için uğultulu, bulanık, karmaşık, tekdüze ve vahşi. Ancak bununla birlikte hayatımızın bir parçası ve gerçeği. Kentte ilgimi çeken ise kalabalıklar arasındaki yalnız birey.

Kitaba adını veren Pasifik Sığınağı özelinden kitabın genelini kapsayacak şu soruyu sormak istiyorum. Öyküde ve kitaptaki benzeşen duygudaki öykülerde toplumsal anlayışımız ve birey canlı ve diri bir şekilde karşımıza çıkıyor. Anlatınızda gerçek mi egemen yoksa kurmaca mı?

Bu soruyla sık karşılaşıyorum. Öykülerim sadece hayatımdan ya da yaşadıklarımdan ibaret olmuyor hiçbir zaman. Zaten eğer öyküler salt gerçeklerden ya da yaşananlardan meydana gelseydi öykücü hayatını ya da yaşadıklarını yazdıktan sonra kaleminin mürekkebi de bir daha dolmamak üzere biterdi. Yaşadıklarım, gözlemlediklerim, şahit olduklarım, şahit olmadığım halde başkaları tarafından anlatılanlar tabi ki öykülerimin içlerinde bir yerlerde var. Ama hiçbir öykü tamamıyla yaşananlardan ya da gerçeklerden oluşmadığı gibi tek başına kurgudan da oluşmuyor. Öykülerimde çoğunlukla biraz önce örneğini verdiğim kasaba gazetesinde yazan haberler gibi gerçeklerden esinleniyorum. Örneğin “Kapılar Kapanacak” isimli öykümü yazmadan önce bilim insanları tarafından dünyanın manyetik alanın güneşinki ile birleştiği 150 milyon kilometrelik alanda her gün düzinelerce portalin ya da kapının açılıp kapandığına ilişkin bir haber okumuştum. Araştırmacılar portalleri uzay ve zamanda beliren yarıklar olarak tanımlıyorlar ve haberde şu an olmasa dahi gelecekte bu yarıkların uzay araştırmalarında kullanılıp kullanılamayacağının tartışıldığı anlatılıyor. Kulağa bilim kurgu gibi geliyor değil mi? Bu aslında bilimsel bir bulgu. Öyle olsa da bu beni derinden etkilemiştir. O öykü bu haberden esinlenilerek yazıldı. Acaba bu kapılardan ya da portallerden gelip geçen bir şeyler var mıdır, acaba sevdiklerimiz, kaybettiklerimiz, rüyalarımınız herhangi bir yerinde aniden karşımıza çıkanlar bu kapıları kullanıyor olmasın sorusunu sordum ve ardından bir kurgu ile öykü ortaya çıktı. Temelde her öykü bir miktar kurgu, bir miktar gerçek, bir miktar hayal ve bir miktar yalandır bana göre…

Son olarak şunu sormak istiyorum. İlk kitabınız Mürekkebi Ben Dökmedim de bazı işaretlerini gördüğümüz, yeni kitabınız Pasifik Sığınağı’nda ise “Deccal” ve “Hıdır, Yusuf, Harun” öykülerinde daha keskin izler taşıyan, kutsal metinlerle ve mitolojik anlatılarla dil bağınız, bir yoldaşlığınız mevcut. Hangi metinlerden beslendiğinizden ve bu metinlerle olan bağınızdan bahseder misiniz?

Aslında çok geniş bir yelpazeyi kapsayacak şekilde edebiyata dair okumalar yapmaya çalışıyorum. Özellikle yeni çıkan öykü ve romanları takip ediyorum. Öte yandan kutsal metinler ile mitolojiler dünyanın en fazla bilinen metinleri. Özellikle kutsal kitaplar. Her birini birden fazla kez okuma fırsatı bulduğum dört dine ait bu dört kutsal kitap beni hep etkilemiştir. Öte yandan her dinin kendi tarihine ilişkin de oldukça çok sayıda çalışma var. Bunlar da ilgili çeken okumalar. Âdem ile Havva’nın kovuldukları cennetten indikleri vadi Anadolu’da karış karış aranmamış mı? İbrahimi dinlerin çıkış noktası Hz İbrahim Harran’la Kenan arasında yolculuk yapmamış mı? Aralarında bazı farklar bulunsa da nerdeyse tüm kutsal kitaplar Nuh’un gemisinin Cudi veya Ağrı’ya oturduğunu söylemiyor mu? Yezidiler, Nasturiler, Süryaniler avuç içi kadar bir yerde Anadolu’nun kıyısında yaşamamışlar mı? Sümer medeniyeti burada değil miydi? Gılgamış Destanı bizim coğrafyamıza çok yakın bir mekânda geçmemiş mi? Milattan önce 10.000’e ait bir tapınak Göbeklitepe Urfa’da ortaya çıkartılmadı mı? Kapadokya’da ilk Hristiyanların kiliseleri ile Hacı Bektaş dergâhı arasında kaç kilometre var? Zerdüşt’e ulaşmak için doğu sınırlarımızı geçmeniz yeter. Mevlana bugün Afganistan sınırlarında kalan Belh’den Konya’ya gelip tanımadığı bu topraklara neden yerleşti? Ya da bugünkü İspanya sınırları içinde kalan Murcia’da dünyaya gelen İbni Arabi’nin 1215’de Konya’da ne işi vardı? Soru çok. Bu sorulara cevap da çok. Kafamızı kaldırıp baktığımızda bu coğrafyanın ya da yakınlarındaki bir yerlerin mekân olduğu onlarca mistik ya da mitolojik olay yaşanmış. Bunlar neden olmuş, nasıl olmuş gibi sorulara cevap veren dinsel ve tarihsel tüm metinleri okumaya çalışıyorum aslında. Bu okumaların arasında en çok etkilendiklerimden bazıları 1650’lerde yazılmış John Milton’un Kayıp Cennet’i, esasen Taocu olan Toshihiko İzutsu’nun İbn’i Arabi’nin Füsus’undaki Anahtar Kavramlar isimli kitabı, Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümerlere ilişkin araştırmaları, Muhammed İbn’i Münevver’in Tevhidin Sırları, İbn’i Arabi’nin bütün eserleri ve Gılgamış Destanı. Bu okumaları yaparken ana meselem başta insanı, sonra da her insan için kaçınılmaz olanı yani ölümü bir nebze de olsa anlayabilmek ve kendimce yaptığım çıkarımları bu metinleri okuma fırsatı bulamayanlarla öykülerimin arasında paylaşarak onların kafalarında da pencereler açmak.

Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

Pasifik Sığınağı / Öykü

1. Baskı, Ekim 2019, 120 Syf.

cukurda-defineci-avi-540867-1.